1921’de Mersin’de doğmuş, ancak daha birkaç aylıkken annesinin kucağında ayrılmak zorunda kalmış ve uzun hayatı boyunca Mersin’i düşlemiş bir kadınla doğduğu evi aramaya gittim. Sokaklarda onunla birlikte, bugün yerinde olup olmadığı henüz belirsiz evi aramak heyecan verici ve hüzünlüydü. Gülmekle ağlamayı birbirine karıştıran, tüm politikalardan, ideolojilerden, düşmanlıklardan uzak, alabildiğine insani bir yolculuktu.
20. yüzyılın başında, Mersin’in önemli ticaret adamlarından Kevork Zelveyan’ın torunuydu Sirarpi Manukyan. Neredeyse 87 yıldır bu yolculuğu arzu ediyordu. Meraktan ölecekti; ölmeden Mersin’i gördü, rahatladı. Koşa koşa, halen yaşadığı Londra’ya döndü; anne ve babasının mezarını ziyaret edip Mersin’i anlatmak için. Sirarpi’nin kendisinden iki yaş küçük kız kardeşi Arpine Levonyan ile birlikte yaptığı bu yolculuğu, belgesel yapımcısı kızı Ani King-Underwood filme aldı. Hikayenin bu bölümünün sonunu baştan söyleyeyim: Sirarpi evini buldu, içinde çay içti ve şimdiki sahiplerine "Güle güle oturun" dedi.
MERSİN’DEN DÜNYAYA YOLCULUK
1830’larda küçük bir kasaba olan Mersin’e, İngilizler’in pamuk yetiştirmek için Adana’yı seçmesiyle birlikte gelir Kevork Zelveyan. Muhtemelen Kapadokya civarındaki Zelve’den. Mersin iskelesi limana dönüşür ve Mersin’in Müslüman ve Hıristiyan nüfusu büyürken, Zelveyan da işlerini büyütür. 1890’larda iki katlı, avlulu taş evini, sahilde Ulu Cami’nin karşısında inşa eder. Fransız okulunda okuyan Arşaluys’u o evin merdivenlerinde görecek ve aşık olacaktır Sirarpi’nin babası Arşak Taşçıyan.
Üç erkek kardeşiyle Mersin’de ticaret yapan Zelveyan, Urfa’dan Mersin’e göç eden Arşak’ı damatlığa kabul eder. O arada birçok tatsız politik karar alınmış, çatışmalar, göçler, korkular yaşanmış, yine de Arşaluys’la Arşak’ın ilk çocukları Sirarpi 1921’de doğana kadar Zelveyanlar’ın hayatı pek bozulmamıştır.
Ne olursa, o yıl olur. Onlar da evlerini, işlerini, topraklarını terk etmek zorundadır. Sirarpi henüz birkaç aylıkken annesinin kucağında, diğer Mersinli Ermeniler gibi limana gider. Her gittiklerinde açıklardaki Fransız gemisinin kendilerini alacağı umudu vardır. Ama akşam umutlar söner, eve dönülür. Ta ki bir gün, gemi onları sahiden kabul edene kadar. Her giden komşusuna "Birkaç aylığına gidiyoruz" diyerek veda etmiştir. Ama çok seneler geçmesine rağmen seferden dönen pek olmaz. Sirarpi’yi de bordasına alan ve yolda dizanteri salgınıyla boğuşan Fransız gemisi, hastalıktan ölenleri suya ata ata 40 gün denizde kalır. Çünkü sırayla Hayfa, Yafa, Mısır ve Yunanistan, salgından dolayı kimseyi kabul etmez. Sonunda Kıbrıs’ta bir papaz onlara kefil olur, karaya çıkabilirler. 40 gün karantinada tutulduktan sonra Larnaka’ya giderler. İki yıl sonra orada doğan Arpine şöyle anlatıyor: "İngilizler’in amyant fabrikasının bulunduğu bir köy vardı, adı Amyanto. Babam orada marangozluk yapmaya başlamış. Mersin’de bıraktığımız o büyük evden sonra, üç dört yıl çadırda yaşamışız. Neden sonra bir ev edindik Amyanto’da."
Ancak tatsız politik kararlar orada da peşlerini bırakmaz; "Rumlar İngiliz Valisi’nin evini yakınca" fabrikalar kapanır. Zelveyanlar o evi de bırakıp Lefkoşa’ya taşınır.
Sirarpi 1949’da Lübnan’a gelin gider. Arpine 1951’de evlendiği eşiyle, 1960’ta Londra’ya taşınır. Çünkü bu kez de Rumlarla Türkler birbirini vurmaya başlamıştır. Lefkoşa’da da bir ev bırakırlar. Bir de dede Zelveyan’ın mezarını. Anneanne Nargis’in mezarı ise, Lübnan’da hastanede öldüğü için Beyrut’tadır. Sirarpi kızı ve oğlunu Lübnan’da, Arpine iki oğlu ve kızını Londra’da doğurur.
Sirarpi ve Arpine, çocukluklarından beri dinlemiştir Türkiye hikayelerini. Akrabalardan, kuzenlerden, komşulardan öyle çok hikaye dinler ve öyle çok hayal edip parçaları birleştirirler ki, sanki bildikleri bir yere dönüşür Mersin. Sirarpi, 28 yıl Lübnan’da yaşadıktan sonra, bu kez iç savaşı ve oğlu Kirkor’u arkasında bırakarak Londra’ya, kızı ve kız kardeşinin yanına taşınacak, orada da Adana’dan, Mersin’den, Lübnan ya da Kıbrıs’tan komşulardan dinledikleri hikayeler birbirinin içine girecek, Mersin hayali büyüdükçe büyüyecektir.
DÜNYADAN MERSİN’E YOLCULUK
İstanbul’dan Adana’ya birlikte uçarken anlatıyor Sirarpi: "Mersin’i ve evimizi hep merak ettim. Kıbrıs’tayken bir komşumuz gelecek mesela. Anneme Türkiye’den sana ne getireyim, diye sorardı. Annem de hep, ’Hiçbir şey istemem, yalnız git, Ulu Cami’nin karşısındaki iki katlı, dışarıdan merdivenli ev duruyor mu, bir bak’ derdi. Uzun süre evin durduğuna dair haberler geldi, sonra kesildi. Ne vakit Lübnan’a evlendim, bir kadın geldi. Dedi ki büyükannen büyük kadındı, bize çok yardım ederdi. Evinin altında hamam yaptırmıştı deden, yıkanmamıza izin verirdi. Yemek de..."
"Ev Ulu Cami’nin karşısındaydı, dışından merdiven vardı. Hani babamın annemi süpürürken gördüğü merdivenler" diyor Arpine, Adana’dan Mersin’e giderken: "Bu ev ailemiz ayrıldıktan sonra askeri bir yer olmuş, görenler demişti."
Mersin’de yerleştiğimiz otel, Ulu Cami’nin hemen yanında. Balkondan Mersin’e ilk bakışlarında bir evi gözlerine kestiriyor ikisi de. "Hah, bu anlatılanlara çok benziyor" diye çocuklar gibi heyecanlanıyorlar. Ama bu kadar kolay değil tabii 87 yıl sonra bir evi bulmak...
94 yaşında bir Ermeni matmazel, "Evet biliyorum, Zelveyanlar’ın burada fabrikası vardı" diyor. Adını sordukları diğer insanları da tanıyınca çok mutlu oluyorlar. Mersin’in ünlü alışveriş merkezi Forum’da kafede otururken Sirarpi eğilip kulağıma "Londra’da hiç böyle hissetmiyorum. Sanıyorum ki buradaki insanların hepsi Ermeni. Çünkü bize çok benziyorlar. Sanki kalkacağım, yanlarına gideceğim, hepsi Ermenice konuşacak. Ne kadar benziyoruz birbirimize" diyor. 10 yıl önce bir tanıdıklarının gördüğünü söylediği Zelveyan yazılı kantarları Mersin Limanı’nda arıyor ama bulamıyorlar.
Sonra Ulu Cami yakınındaki sokaklara dalıyoruz. Eldeki ipuçlarını anlattığımız Mersinlilerle. Onlar da sürekli telefondalar; yaşı tutan Ermenileri arıyor, tarihi incelemiş kişilere soruyorlar. Sokaklarda yürürken, bastonuna dayanıp tek tek evleri inceliyor Arpine, kafasındaki resmi arıyor. Sanki hatırlayacakmış gibi. "Şu anda öyle hissediyorum ki, ben de burada doğmuşum, büyümüşüm" diyor. Sirarpi’nin ise sokak köşelerinde gözü: "Annemin kucağında buralarda gezmişim, sanki annem, dedem şu köşeden dönecekler. Keşke gelseler de hangisi diye sorsam."
İpuçları, tanıklıklar ve bilgiler, bizi Rahmi Şerif Mahallesi’nde, Sanat Sokağı’ndaki Sanat Evi’ne dönüşmüş binaya götürüyor. Bina anlatılanlara uyuyor: 1890’larda inşa edilmiş, 1930’da askeri bina olmuş, avlusunda dışarıdan merdivenleri var. Şu anda Özel İdare’ye ait, İçel Sanat Kulubü’ne kiralanmış. Alt katı kulüp lokali, üst katı sanat galerisi. Defalarca restorasyon geçirmiş binada şu anda bir hamam yok ama bilenler, restorasyonlar sırasında alt katında kurutulamayan bir su kaynağı olduğunu hatırlıyor. Zaten o civarda, askerlerin kullandığı başka bir bina yok.
Evet. Burası Sirarpi’nin doğduğu ev. Herkes bu konuda hemfikir. Bahçede Sanat Kulübü Başkanı Ziya Aytın karşılıyor kız kardeşleri. Heyecanla anlatıyorlar: "Bu merdivende babam annemi gördü. Şurada sanırım atlar dururdu, hamam şurada mıydı..." Gözlerinde, evlerini bulmanın pırıltısı var.
"Hadi sizin evde bir çay içelim" diyorum Sirarpi’ye. "Ben davet ediyorum" diye bağırıyor herkese. Sanat galerisini gözyaşları içinde geziyor, gülücüklerle etrafa bakıyor, anı defterine "Geldik, evimizdeyiz, mutluyuz" yazıyorlar ve çaylarını yudumlarken Ziya Aytın’a "Güle güle oturun" diyorlar.