30
Nisan
2025
Çarşamba
ANASAYFA

Bir Karadeniz Gezisinden İzlenimler

18 Mayıs günü ailecek, İstanbul’dan Trabzon’a uçtuk. Gerçi evvelce de görev dolayısıyla yöreye gitmişliğim var ama, o zamanlar sadece işi düşündüğüm için olsa gerek, etrafın pek farkına varamıyor, çevreyi ve anıtları gezmeye vakit bulamıyordum. Bu defaki gezimizde, serâzat bir kafa ile, çevre güzelliklerinin, yeşilin çeşitli tonlarının farkına vardık. Çevre ile beraber, tanıdığımız insanlarla da güzel günler geçirdik.

Trabzon, kıyı paralelinde yükselen dağlar ve derelerin açtığı yarlar üzerinde kurulmuş bir kent. Tarih boyunca, Horasan ve İran’ın mallarını, Erzurum ve Zigana geçidi yolu ile Karadeniz’e, oradan da deniz yolu ile dış pazarlara ulaştıran bir ticaret kenti olarak büyük gelişme göstermiş. Bu günün Trabzon sözcüğü, Trapezus veya Trapezunta isimlerinin devamı. Çok çok eski tarihlere gitmeden özetlersek, Büyük İskender’le Pontos devletinin temeli atılıyor. Bunu II’nci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun egemenliği izliyor. Bu dönemde Hadrianus, kente bir çok saray, tapınak, su kemerleri ve liman kazandırıyor. Arkadan gelen Gotlar kenti yakıp yıkıyor. 1204’teki IV’üncü Haçlı Seferlerinde, Constantinople Lâtinlerin eline geçince, Komnenoslar da buraya gelip bağımsız Pontos devletini kuruyorlar ve kente 257 yıl hükmediyorlar. Tâ ki 1461’de Fatih Sultan Mehmed’in kenti ve yöreyi fethine kadar. 1496’da Yavuz Sultan Selim, kentte valilik yapıyor. I’inci Dünya Savaşında, 1916-18 arası Rus işgali var. Daha sonra îtilâf devletlerinin Pontos’u ihya teşebbüsleri oluyor. Ama Büyük Atatürk’ün tarihin seyrini ve Türk’ün yazgısını değiştirmesi ile kent yine Türkiye Cumhuriyeti’nde kalıyor. 1923 mübadelesi sonucunda, Rum halkın Yunanistan’a göçü ile, 46 bin olan nüfus, 24 bine iniveriyor.

Ama gördüğüm kadarı ile bu günün Trabzon’u, eski şâşaalı günlerine geri dönüyor. ‘Efendim, kentte eskiden 6 tane yabancı dilde gazete yayınlanırmış, kentin operası varmış, bu gün bunlar yok’ gibi bazı yakınmalar var. 

Bu gün okuyucusu olmadığı için yabancı dilde gazete yayınlanmaması çok doğal, ama Mersin’de opera var da burada niye yok derseniz, gelişen kültür paralelinde zamanla her şey mecrasını bulacaktır kanısındayım. Bir de dünle bu gün arasındaki farkı dikkate almak lâzım. O zamanki halk, operayı kendi iradesi ile kuruyordu. Şimdi ise opera, devlet iradesi ile kuruluyor. Halk, o kültürü almadığı için de bu gibi sanatlara karşı yabancı kalıyor.

Trabzon havalimanı pisti, denize paraleldir. Uçağınız, böylece denizin yanından kentin içine iniverir. 1963’te kurulan Karadeniz Teknik Üniversitesi yerleşkesi (kampus) önünden geçerek kent merkezine varırsınız. Otelimiz, çarşı içinde ve 5 yıldızlı Zorlu Grand Hotel. Mimarîsi hiç de fena değil. Ancak Türkiye’de mimarlık ve de mimarlar önemsenmediği için, mimarın adı plâkette yer almıyor; esasen, kimliği de kimseyi ilgilendirmiyor. (Kültür dünyasının önemli olayı Pritzker mimarlık ödülü bu yıl Brezilyalı mimar Paulo Mendes da Rocha’ya verildi. Ödül töreni geçenlerde İstanbul’da yapıldı. Ne yazılı basının ne de TV’lerin kılı kıpırdamadı. Bu kültür düzeyi ile nasıl AB üyesi olabileceğiz, bilmiyorum.) Neyse, konuyu dağıtmayalım. Otelin ‘Lobby’si, katları da gösteren yüksekliği ile etkileyici. 

Detayların, son yılların modası, post-modern akımlara uyma uğruna yapıldığını zannettiğim, XIX’uncu yüzyıl Avrupa’sının ‘art nouveau’ stilinden motifler içermesini hoş görüyoruz. Lobide tam bir İngiliz dekoru ile düzenlenmiş bir ‘English Pub’ var. Ama bu İngiliz dekoru içinde, o dekora uyan bir müzik dinlemek yerine, bir maganda müşterinin israrla çaldırdığı CD’den Ebru Gündeş dinlemek durumunda kalıyoruz. Yine de, tur düzenleyen bazı firmaların, yolcuları yönlendirdiği 3 ve 4 yıldızlı otellerdeki gibi alkollü içki vermeyen, içki isteyene ‘Gidin bakkaldan alın, odanızda için’ diyen garsonların bulunduğu otellerden değil.

Gezinin ikinci günü, Of sapağından Dernekpazarı ve Çaykara yolu ile Uzungöl’e gittik. Uzungöl, 1500 metre râkımlı bir yayla. Doğu Karadeniz Dağları dizisinden Soğanlı Dağı’ndan gelen sularla oluşan dere, burada aşağı yukarı dik dörtgen formunda bir göl oluşturuyor, sonra da çağlaya çağlaya aşağılara iniyor ve denize kavuşuyor. Burası, yerli turizmle geçinen küçük bir kasaba. Tüm göle ve orman peyzajına hâkim sahile, yani turizme açılması gereken bölgeye, kötü bir şehircilik anlayışı ile –ki böyle bir anlayıştan söz etmek bile yersiz- bir ilkokul ile bir cami kondurulmuş. 

Cami, kitle ile orantısız iki yüksek minaresi olan, kubbeli ve büyük bir yapı. Kasaba halkı ve de gelen turistler, bu kadar büyük bir camiyi dolduracak kadar cemaat oluşturuyorlar mı, yoksa bu büyüklükle simgesellik mi aranmış, bilemiyorum. Şu da var ki, eğer Cuma namazı vakti orada iseniz, esnafın, dükkân ve restoranlarını kilitleme gereği duymadan boş bıraktıklarına ve tümü ile namaza gittiklerine tanık olursunuz. Halbuki daha yüksek bir araziye, çevreye uyum sağlayacak ahşap ve kiremit çatılı, ölçülü minareli bir cami yapılsa idi yöreye daha çok yakışırdı.

Üçüncü gün, Maçka yolundan Sümelâ Manastırına gittik. Sümelâ Manastırı (Meryemana Manastırı da deniyor), Zigana Dağları’nın yamacına yaslanmış bir büyük manastırdır.

Sarp yamaçta bulunan doğal oyuntu, Manastır’ın çekirdeğini oluşturmuş. Kapıdaki yazıta göre Manastır’ı, III’üncü Aleksios’un IV’üncü yüzyılda kurduğu anlaşılıyor. Osmanlı, çeşitli fermanlarla buranın hak ve hukukunu korumuş, Ortodoks reaya rahatlıkla dînî vecibelerini yerine getirmiş. XVIII’inci yüzyılda Eflak Voyvodaları ek binalar inşa ettirmişler. XIX’uncu yüzyılda manastır, Anadolu, Balkanlar ve Kafkasya’daki Ortodoks halkın ianeleri ile altın dönemini yaşamış. Ancak, 1923 mübadelesinden sonra sahipsiz kalan manastır, yağmaya ve tahribata uğramış. Demek ki zamanın hükümeti, manastır kapısına iki üç jandarma dikememiş. Bir ara, Kıbrıslı bir papazın, elini kolunu sallayarak manastıra girdiğini, bulduğu ikona, kitap, v.s. gibi menkul malları toplayıp götürdüğünü Giresunlu Sayın Faik Beyden öğrendik. Yani, mimarlık ve kültür mirasına sahip çıkmamışız.

Manastıra, aşağıda iyi bir mimari ile yapılmış bir otel-restoranın yanından ve merdivenle çıkılıyor. Bir de daha yukarılara kadar gidebilen araçlardan sonra, birkaç yüz metre yürüyerek ulaşabileceğiniz bir yol var. Manastırda, merdivenleri çıkıp kapıdan girince, küçük bir avluya ulaşılıyor. Avlunun solundaki doğal oyukta kilise, sağında kütüphane ve misafir odaları yer alıyor. Avlunun ilerisinden, keşişlerin yaşadığı büyük bölüme geçiliyor. Ancak bu kısım onarım dolayısıyla kapalı. Duvarlarda çeşitli dinsel konuları işleyen freskler var. Manastırın turistik önemi son yıllarda anlaşılmış olmalı ki, epey onarım görmüş. Şu anda da onarım devam ediyor. İnşaat levhasından anlaşıldığına göre son onarımın ihale bedeli 399 bin YTL. Bir ilköğretim okulu inşaatının 2-3 milyon YTL’ye çıktığını dikkate alırsak, bu bedelin böylesine muhteşem bir yapı için devede kulak mesabesinde kaldığını görüyoruz. Demek ki onarım, bütçe olanakları ölçüsünde etap etap devam edecek.
Buradan çıkışta Trabzon’a dönerek Ayasofya Müzesi’ni gezdik.

Ayasofya kilisesini I’inci Manuel Komnenos yaptırmış. 1461’deki Osmanlı fethinden sonraki bir tarihte cami haline getirilmiş. II’nci Dünya Savaşı sıralarında askerî depo olmuş. Nihayet 1964 yılında müze olarak açılmış. Öğrendiğimize göre, müzeye yerli ve yabancı birkaç turist dışında fazla ilgi yok. Yolunu sorduğumuz lise öğrencileri bile yerini tarif edemediler. Demek ki okulları bile götürmüyorlar. İstanbul’da dahi, okul çocuklarını müzeye götürmek yerine, tabur tabur Cevahir Çarşısını gezdirdiklerine göre buna çok şaşmamak lâzım.

Bina, diğer Hristiyan kiliselerinde olduğu gibi dik dörtgen formunda. Esas giriş, Batı yönündeki sütunlu ve kemerli revaktan. Doğu ve Batı yönlerinde de yine sütunlu ve kemerli revakla girilen tâlî kapılar var. Bina, böylece haç formunu almış oluyor. İçeride orta mekân, 4 sütuna oturan yüksek kasnaklı kubbe ile örtülü. 

Yan kısımlar tam kemerli tonozlarla örtülmüş. Mihrap, ortadaki daha büyük yarıçaplı 3 yarım dairesel nişten oluşuyor. Duvar cephelerinde Havva’nın yaradılışı, yasak meyveyi Adem’e ikramı sonucu Cennetten kovuluşları resmedilmiş. Diğer duvarlarda da Hz. İsa’nın yaşam panoraması ve malûm mucizelerine ait freskler yer alıyor. 

Daha sonra, Yomra, Arsin, Araklı, Sürmene, Of, İyidere, Derepazarı’ndan geçerek Rize’ye geldik. Burası da diğer kentler gibi aynı tarihsel olayları yaşamış. Yine, Trabzon gibi coğrafî engebeler üzerine yerleşmiş şirin bir kent. Eski yerleşimler, bölgenin eski karakteristiği olan yemyeşil bahçeler içinde, seyrek konutlardan oluşuyor. Yeni Rize ise, her yerde olduğu gibi gelişigüzel, plansız yüksek blokların istilâsına uğramış.

Hepimizin bildiği gibi başlıca ürünü ve de üretimi çay. Tesadüfen bu İl’e tarım müdürü olan Muğlalı bir tarım mühendisi, Zihni Derin, Rize’nin Kafkas Dağlarının poyraz rüzgârlarını tutması sonucu oluşan ılıman ve bol yağışlı ikliminin, Uzakdoğu iklimlerindeki gibi çay tarımına elverişli olabileceğini düşünmüş ve 1937 yılında çay fideleri getirtmiş. Bunları deneme mahiyetinde eken Derin, 1940’lı yıllarda başarılı sonuçlar almış. Genişletilen plantasyondan sonra Tekel’in kurduğu bir çay fabrikası ile imalâta geçilmiş. (Okullarda, çiçeklerin taç ve çanak yapraklarının adetleri belletilir de, bunlar anlatılmaz.) Daha sonra hemen hemen tüm dağlarda oluşturulan kademelerde oluşturulan çay tarlaları ve özel sektöre ait 200 kadar özel çay fabrikaları ile Rize ekonomisi epeyce kurtulmuş. Yoksa, dağlardaki sekilere küfe küfe toprak taşıyan fedakâr ve cefakâr kadınlarımızın ektiği mısırla Rize, hiçbir yere gelemiyecek, kent insanı göç etmeye devam edecekti. Denizin hamsi veriminden başka, tarıma elverişli geniş ovaların bulunmadığı bu güzel kentin güzel insanları, tırnakları ile ancak bu kadar toprak yaratarak yaptıkları üretimle de yetinmeyerek göçlerine devam etmiş, sadece Türkiye’ye değil, Dünyaya da açılarak, gerek komşu, gerekse uzak ülkelerde fırıncılıkla, pastacılıkla, inşaat ustalığı ve müteahhitlik firmaları ile temayüz etmişlerdir. 

Aynı gün dönüşle, Trabzon’dan sonra Akçaabat, Çarşıbaşı, Vakfıkebir, Beşikdüzü, Eynesil, Görele, Tirebolu, Espiye, Keşap’ı geçerek Giresun’a vardık. Tirebolu ismi, kent tepelerinde üç kalenin bulunması nedeni ile ‘Tri Polis’ten geliyor. Çok güzel bir balıkçı limanı ve limanda tipik bir balıkçı meyhanesi var. Böylesine tipik meyhaneyi Karadeniz boyunca kolay kolay bulamazsınız. İçinde yunusların oynaştığı bu güzel koy, inşallah otoyol inşaatının kurbanı olmaz. 

Kerasia, Grekçe kiraz anlamında. Miletosluların kurduğu Kerasus da kiraz kenti oluyor. İsmi ile müsemma Giresun’da kiraza rastlansa da, bu günün en önemli ürünü fındıktır. Dünyaca da tanınan en kaliteli fındık, Giresun’un 0 -250 metre rakımlı tepelerinde yetişiyor. Giresunlu, çoğunlukla, kaderini fındığın getirisine bağlamış. Bu işle ilgili Fiskobirlik, büyük bir teşekkül. Kentliler, koyların doldurulması ve yeni otoyolun kenti denizden ayırmasından şikâyetçiler. Giresunlu, genelde bahrî (denizci) bir karaktere sahiptir. Ama bu gidişle galiba yavaş yavaş berrî (karacı) bir karaktere sahip olacaklar. Faik Beyin hanımı, eskiden çocukların yürüme ile beraber yüzmeyi de öğrendiklerini, yeni yetmelerin ise hiç yüzme bilmediklerini yana yakıla ifade ediyordu. 

Giresun’un bir ünü de millî mücadele günlerindeki mücahit Topal Osman Ağa’dan gelir. İzmir’in 15/Mayıs/1919’daki Yunan işgaline infial duyan Giresunlular, 17/Mayıs günü büyük bir miting yaptılar. Bu arada Rum Belediye Başkanının oğlu, Pontos devletini ihya etme çalışmaları için Londra’ya gitmiş, Lloyd George ile de mutabakata varmıştı. Topal Osman Ağa, işte böyle bir ortamda kurduğu gönüllü birlikleri ile, Türk köylerini basan ve öldüren Rum çetecilerine karşı, kıran kırana mücadeleye girişti. Topladığı 5000 kişilik silahendaz fedai ile sadece Giresun’da değil, tüm çevredeki çetelere kan kusturdu; Sakarya Meydan Savaşı’nda ve de Koçgiri Kürt isyanında dahi görev aldı. Cumhuriyet döneminde bazı olaylara karıştı. Çankaya’yı muhasara ettiği bile söyleniyor. Bir kahraman mı, yoksa bir sergerde mi olduğu konusunu, Cumhuriyet tarihi henüz tam açıklığa kavuşturamadı. Anıt-mezarı Giresun Kalesi’ndedir. 

Dördüncü gün, Giresun’un yaylalarından biri olan Kümbet’e çıktık. Kümbet, 1850 metre rakımlı bir yayla köyü. Köyün yakınındaki araziye Vali Ali Haydar Bey (ki şimdi Çankırı Valisi), İsviçre’nin şalelerini aratmayacak tesisler yaptırmış. Burada yemyeşil çimenler ve muhteşem orman peyzajı var. Ama tesisler bölgeye bol gelmiş olmalı ki, iki yıldır bir türlü işletmeye açılamamış. Halbuki kongre salonları, otel, restoran, sosyal merkez ve villâları ile yaz ve kış turizmine ve de çevre ülkelerin kongre turizmine hizmet edebilecek mükemmellikte tesisler. 

Şimdi, genel duruma bir bakalım. Karadeniz bölgesi, engebeli, ancak derelerin denize döküldüğü ağızlarda bir miktar düzlüğü bulunan bir coğrafî yapıya sahiptir. Onun içindir ki deniz kenarından geçirilen yollardan başka iç kısımlarda denize paralel yolları bulunmamakta, iç yerleşimlere ancak vâdî tabanlarından ve dere kenarlarından, denize dik istikamette ulaşılabilmektedir. Dağlardaki bitki örtüsü, nemcil orman karakterindedir. Ağaç altı bitkilerinden ‘ormangülü’ tabir edilen ve Lâtince ismi ‘rododendron’ olan çok güzel mor çiçekli bitkiye yüksek rakımlarda çok sık rastlanmaktadır. Eski evler, büyük bahçeler içinde ve dağınık yerleşim tarzında kurulmuştur. Bu evlerde büyük ölçüde ahşap kullanılmıştır. İnşaat sistemi, ‘hımış’ tabir ettiğimiz, ahşap karkas dikme ve payanda aralarının kâgir dolgu ile kapatılması esasına dayanır. Ne var ki, sağlıksız büyümeler ve rant getirilerinin artışı ile bitişik nizamda, 8-10 katlı beton blok apartmanların tüm kordon boylarını kapatmış olduğunu görünce, üzülmemek elden gelmiyor. Arkalarındaki parsellerin hava ve manzara hakkını gasp eden bu anlayış, maalesef bu bölgeye de musallat olmuş. İmar planlamasında, her parselin hakkını gözeterek, eğimli arazi üzerinde, arkaya doğru kademe kademe yükselmek varken, böylesine çirkin planlamaya cevaz veren yerel yönetimleri kınamaktan başka elimizden bir şey gelmiyor. 

İkinci önemli konu, devletin, hükümetlerin, kamu yönetimlerinin yaptığı yanlışlar. Mimarlık, şehircilik, peyzaj, çevrebilim gibi, bilim, sanat ve tekniklere gereken önemi vermeden, politikacının çevreye hizmet götürüyorum edası içinde, resen büyük yatırımlara girişmesi, ancak bizim gibi kültürel açıdan gelişmemiş ülkelerin yazgısı oluyor. 

Evet, deniz ulaştırmacılığımız gelişmemiş. Üstelik, otobüs ve otomobil varken kimseyi de Karadeniz gibi yazın çalkantılı, kışın hırçın dalgalı bir deniz üzerinde ve daha uzun zaman alacak bir yolculuğa razı edemezsiniz. Onun içindir ki – bazı mimarlar bana kızacak ama- otoyol yapmak gereklidir diye düşünüyorum. Bunun için de en ekonomik çözüm, deniz kenarı oluyor. Arka plandan otoyol geçirmek için sayısız tüneller ve sayısız viyadükler inşa etmek gerekir ki, böyle bir yol hiçbir zaman rantabl olamaz. Ancak, otoyolları kent ve kasabalara rastlayan kısımlarda geri plana almak, gerekirse tünellerle geçmek, zorunlu durumlarda yolları, viyadüklerle yüksek kotlara alıp altlarını boş bırakmak suretiyle, yerleşimlerin denizle ilişkilerini kesmemek, balıkçılığı dikkate alarak, güzelim liman ve koyları doldurmamak, iyi bir bölge planlama sonucunda başarılabilirdi. Viyadük çözümü, 1-2 yerde kullanılmış ama yeterli olmamış. Mimarlık, peyzaj ve şehircilik ilkelerini, insanı ve insanın sosyal yaşantılarını dikkate almadan, sadece mühendisliğin ve ekonominin gereklerini yerine getirerek yol inşa etmek, çok yanlış olmuştur.

4 günlük gezi izlenimlerim, biraz Evliya Çelebi üslûbuna benzedi galiba. Bir de yöre yemeklerini ballandırarak anlatmaya yer kalmadı. Yine de yazıyı okuyanlara gösterdikleri sabır dolayısıyla teşekkürlerimi sunuyorum. 
                                                                                                                                                                    yerguvenc@superonline.com 
Yayın Tarihi : 7 Haziran 2006 Çarşamba 16:01:55
Güncelleme :7 Haziran 2006 Çarşamba 16:34:39


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?