Kültür ve edebiyat dünyasında adı anılan tek şairimiz, ölümsüz Nâzım Hikmet Ran, geçtiğimiz 15 Ocak günü 112 yaşına bastı. (Selânik, 15 Ocak 1902 – Moskova, 03 Haziran 1963).
Burada sizlere internetten rahatlıkla erişebileceğiniz yaşam öyküsünü anlatacak değilim. Şiirlerini de yorumlamak haddim değil. Sadece 61 yıllık kısa yaşamından bazı küçük anekdotları sunmakla yetineceğim.
xxx
Nâzım, Heybeliada Bahriye Mektebindeyken de şiire meraklıydı. Hafta sonları eve çıkan Nâzım’a Yahya Kemal (Beyatlı) özel şiir ve edebiyat dersleri verirdi. Nâzım’ın annesi, ressam ve güzelliğiyle ünlü Celile Hanım, kocası Hikmet Beyden boşanmıştı. Dersten sonra annesi ile Yahya Kemal arasındaki sanat sohbetlerinin aşka dönüştüğü söylentileri genç Nâzım’ı üzüyordu. Nitekim Yahya Kemal’e bir pusula iletti ve derslere son verdi. ‘’Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz.’’ Nokta…
Deniz subaylığından çürüğe çıkarak Vâlâ Nurettin’le beraber gittiği Moskova’daki ‘’Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’’nden mezun oldu ve 1924’te ülkesine döndü.
Artık Türk edebiyat çevrelerinde, serbest nazmın içinde erittiği idealindeki ideolojiyi dile getiren şiirleriyle yerini arayan, 22 yaşında, genç, heyecanlı ve de geleceğin büyük şairidir.
Ne var ki Nâzım, ceberut devletin indinde bir ‘’müseccel komünist’’tir. Dile kolay, 1925’ten başlayarak 1950’de Demokrat Partinin çıkardığı genel affa kadar sürecek mahkemeler, askerî mahkemeler, tutuklamalar ve mahkûmiyetler içinde geçen 25 uzun yıl. Affa uğramıştı ama polis yine peşindeydi. Yâni ona rahat huzur yoktu. Bu arada subaylık hizmeti dikkate alınmıyor ve askere çağrılıyordu. Bütün bu olaylardan tedirgin oluyor ve derin devletin öldürdüğü Sabahattin Âli olayı aklından çıkmıyordu. Askerde belirsiz bir fanatiğin attığı kurşunla öldürülebilirdi. Velhasıl, ülkeyi terk etmekten başka bir yolu kalmadığına inanıyordu.
Hapislerde çürürken de idealinden vazgeçmiyor, okuyor, şiirler ve eşine mektuplar yazıyor, resim yapıyor, çevresindeki mahpusları yetiştiriyordu. Orhan Kemal’i şiirden nesre yönlendiriyor, köy çocuğu Balaban’ı ressamlığa teşvik ediyordu.
Şimdi tekrar şairin gençlik yıllarına dönelim. İçerde olmadığı günlerde basın yoluyla Türk edebiyatının muhafazakâr kalemlerine çatıyor; onlarla polemiğe giriyordu. Yazar Peyami Safa ile de şair Necip Fazıl ile de ilk zamanlarda bir alıp veremediği yoktu. Onlarla beraber Gülhane Parkı girişindeki Alay Köşkü toplantılarına iştirak ediyor, konuşmalar yapıyor, şiirler okuyordu.
Sabiha ve Zekeriya Sertel’lerin ‘’Resimli Ay’’ dergisindeki edebiyat tartışmalarında kavgacı üslûbu ile dikkati çekiyordu. 1929 yılında Resimli Ay’da ‘’Putları Yıkıyoruz’’ yazı serisi olay oldu.
Birinci yazısında ‘’Dâhî-i âzam’’ olarak anılan Abdülhak Hamid (Tarhan) hakkında bakın neler diyor: ‘’Abdülhak Hamid’in en kuvvetli yazısını başka bir dile çevirin, bakın nasıl sırıtır. Başka bir dile değil, bugün konuştuğumuz Türkçeye çevirin, bakın dehâsı nasıl sabun köpüğü gibi dağılır.’’
İkinci yazısında Mehmet Emin (Yurdakul)’a çatıyor. ‘’Millî şair’’in şairliğinin sadece bir göz boyaması olduğunu, onun şiir değil, manzume yazdığını ileri sürüyordu.
Nâzım’ın bu yazılarındaki edebiyat tartışmalarında politik bir yön bulunmuyordu. Ne var ki Hamdullah Suphi (Tanrıöver), ‘’Bolşevik kapısının müseccel köpeği’’ suçlamasıyla konuyu saptırıyor, konuyu edebiyat rayından politika rayına kaydırıyordu. Ve de ‘’Türk Ocağı’’nda yaptığı konuşmalarla milliyetçi gençleri Nâzım’a karşı kışkırtıyordu.
Artık Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), Ahmed Hâşim, Yusuf Ziya(Ortaç), Behçet Kemal (Çağlar), Abdülbaki Gölpınarlı, Peyami Safa, Necip Fâzıl ve daha birçok muhafazakâr kalem onun başlıca muarızlarındandır. Bu arada Moskova’dan sınıf arkadaşı Vâlâ Nureddin (Vâ-Nu) ve Kadro hareketinin başını çeken Şevket Süreyya (Aydemir) de onun için ‘’dâvâdan dönen’’ isimlerdir.
Bütün bunlara karşın Abdülhak Hâmid, Nâzım’ı Maçka Palas’taki evine yemeğe davet etmiştir. Nâzım yemekte mahcup olmuş, üstada sert davrandığı için üzülmüş ve özür dilemiş, bu arada Hâmid’in genç ve güzel eşi Lüsyen Hanım’a hayranlığını ifade etmekten kendini alamamıştır.
Ne de olsa serde çapkınlık vardı.
Nâzım, her zaman kuyruğu dik tutardı. Atatürk’ün, Dolmabahçe Sarayında düzenlenen sofraya Nâzım’ı davetinde ‘’Ben şarkıcı Denizkızı Eftalya değilim’’ diyerek gitmiyor, Atatürk, olayı duyduğunda gülüp geçiyor ve ‘’Çocuk haklı’’ diyerek bu yakışıksız ve kaba hareketi hoş görüyordu.
xxx
Nihayet kaçtı ve Moskova’ya vâsıl oldu. Vâsıl oldu da acaba orada mutlu olabildi mi? Hiç zannetmiyorum. Bakın şu şiirinde memleket hasretini siz de hissedeceksiniz.
Memleketimi seviyorum,
Çınarlarında kolan vurdum, hapishanelerinde yattım.
Hiçbir şey gideremez sıkıntımı
Memleketimin şarkıları ve tütünü gibi.
İdealindeki komünizmi orada bulamadı. Sovyet rejimi, Lenin’in ölümünden sonra dejenere olmuş, Troçki ve Troçkistler sürülmüş, öldürülmüş, Stalin totaliter bir rejim kurmuştu.
Nâzım, Türkiye’de polis takibinden kurtulmuş ama bu defa da KGB’nin takibine mâruz kalmıştı. Mihmandarı ona Moskova’yı gezdirirken Stalin’in Alman esirlerini çalıştırarak yaptırttığı gökdelenleri gösterdi. ‘’Bak yoldaş, bütün bu güzel eserler Stalin’in eserleridir’’ deyince Nâzım dayanamamış, ‘’Ben Stalin isminde bir şehirci ve mimar tanımıyorum’’ demiş; adam renkten renge girmiş ve konuyu değiştirmiş. Esasen Stalin, Nâzım’ı hiç huzuruna kabul etmemişti.
Azerbaycan ziyaretinde Türkçe konuştuğu Azeri meslektaşlarından Rusça yanıtlar alması ve ‘’Burada Rusça konuşulur’’ îkazı da onu şaşırtmış ve mutsuz etmişti.
Yine de komünist blok ülkelerinde ve Avrupa’da konuşmalar, konferanslar veriyor, şiirlerini okuyordu. Bir Paris ziyaretinde Nâzım, eşi Vera ve Abidin Dino ile bir otel odasındadırlar. Nâzım uyumakta olan Vera’yı sevgiyle izlemekte ve onun için ‘’Saman Sarısı’’ şiirini yazmaktadır. Abidin Dino da yanında bir şeyler çiziktirmektedir. O sırada Abidin’e bakar ve şiirine ‘’Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin? / İşin kolayına kaçmadan ama / … dizelerini ilâve eder. Abidin Dino’nun da şairliği tutmuş, o da ‘’Buna ne tual yeterdi ne boya’’ dizeli bir şiir döktürmüş.
xxx
Moskova’da Nâzım’ın mezarını ziyaret ettim. Moskova nehrine bakan ‘’Kızlar Manastırı’’ yanındaki ‘’Novo Deviçiy’’ mezarlığında yatıyor. Üstünde karanfiller, başucunda siyah granit bir taş. Üzerine kendi boyu kadar ‘’Rüzgâra karşı yürüyen adam’’ figürü kazınmış. Bir de Nazım imzası var.
Yoldaşlar ölürsem o günden önce yâni
-Öyle gibi görünüyor-
Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni
Ve de uyarına gelirse tepemde bir çınar olursa
Taş maş da istemez hani.
Demişti, değil mi? Siz onun tevazuuna bakmayın. Sakın ha kemiklerini falan da getirmeye kalkmayın. Zaten ülkemiz onu ülkesinde dinlendirmeye henüz hazır değil.
Esasen o artık yalnızca bizim şairimiz değil; dünya kültür ve edebiyatının da şairi. Ve de bir dünya vatandaşı. Rahat bırakın onu. Aynı mezarlıkta, aynı toprağın altında; Çehov, Gogol, Mayakovsky, Ehrenburg, Prokofiev, Şostakoviç, … hep beraber yatsınlar.
yerguvenc@gmail.com
1940 yılı ilkbaharında birinci sınıf ilkokul öğrencisi iken Kadıköy rıhtımında birden iki inzibat eri arasında elleri kelepçeli, fakat başı dimdik duran yakışıklı bir beyefendiyi gördüğümde çok şaşırmıştım. Hiç hırsız, çapulcu, katil olacak bir tipe benzemiyordu. Sonradan öğrendiğime göre meğer siyasî suçu da yok imiş. Hiç haberi olmadan kendisini hayranlıklarından ziyarete gelen Harp Okulu öğrencileri yüzünden "Orduyu isyana teşvik ediyor" iftirasına uğramış. Büyük Savaşın homurtuları duyulduğu bir zamanda aşırı duyarlığa kurban gitmiş. Fakat gerçekten hakkında yapılan olumsuz şartlandırmalar yazarın işaret ettiği gibi hâlâ hüküm sürüyor. Hemşerisi olduğu İstanbul Anadolu yakasında Kadıköyde kurulan "Nazım hikmet Kültür Evi"ni tepki ile karşılayanlara hâlâ hayretle şahit oluyorum. Mezarı buraya taşınırsa mutlaka saygısızlıkla karşılanır.
Ne yazık ki, zamanında değeri bilinmeyen, anlaşılmayan, belki de emekçileri ayaklandıracağında korkulan evrensel boyutlarda bir şair... Sütununuza taşıdığınız için teşekkürlür...Onu anlamak istemeyenler,bilmeyenler acaba yazınızdan bir şey öğrenebilir mi, bilemem...
Bu memleket onun gibi nice değerlerin yaşamlarında acılar çekmesine neden olmuştur.
Nazım Hikmet, Kuzguncuk'ta bizim komşumuzdu. Hayal meyal biraz hatırlarım. Kendisi bu fani dünyadan göçtü ama eserleri tüm canlılığı ile ortada. Onun gibi insanlar ölmedi, şiirleri, köşe yazılarıyla ayakta ama neye yarar...