MODERN KENTLEŞME FİKRİ GELİŞİYOR
Artık 1900’lü yıllara geldik. XIX’uncu yüzyıldaki sosyalizm kaynaklı ideolojik kentleşme fikirleri, ‘makine kent’ yaratıcılarıyla işçi sınıfının sefalet yuvaları arasındaki uçuruma ne bilimsel ne de pratik çözüm getirebilmişti. Ancak XX’nci yüzyılın ikinci çeyreği sonrası, ütopik fikirlerin yerini bilimsel metotlara bıraktığı dönem olmuştur.
Şehirciliğin ekolojik, demografik, ekonomik, sosyolojik incelemelere dayanması gerektiğini 1907 yılında ifade eden ilk sosyolog, Skoç asıllı Patrick Geddes’dir. Geddes, 1915’te yayınladığı ‘Cities in Evolution’ (Gelişim sürecinde kentler) kitabında, antik dünya mirası ızgara planlı, kristalize olmuş ve Rönesans’da da uygulanmış kent planlamasındaki, cetvel-pergel şehirciliğine karşı çıkıyor, organik kent planlamasını savunuyordu. Geçmiş uygarlıklarda kullanılan ızgara planları, doğaya yabancı, sadece sanatsal ve matematiksel bir olgu ve ‘’ruhun yokluğunun simgesi’’ olarak görüyordu. Ona göre, planlamaya geçmeden evvel insanın esas alınması, sonra insanın çevresinin, sonra kentlerin, daha sonra mimari ve inşaatın oluşturulması gerekliydi. ‘’İnsanoğlu çevresinin ayrılmaz parçasıdır; tarladaki adamla bahçede yaşayan adam farklıdır; keza göl adamı ırmak adamıyla, ırmak adamı deniz adamıyla aynı değildir’’ diyerek tezine haklılık kazandırmak istiyordu.
Yeni planlamacılara göre şehirciliğin üç ana ilkesi: 1/ Arazi kullanım kararları, 2/ Hijyen, 3/ Trafik etüdü olmalıydı. Bu ilkeler, planlamada kent bünyesi içinde bölgeleme (zoning) çalışmaları yapılmasını, konutların doğal ortamlara yaklaşımını, artan oto trafiğinin dikkate alınmasını gerekli kılıyor, ne var ki böylesine köklü değişimlerin, toprak mülkiyetinde radikal reform yapmadan çözüme ulaşması olanaksız kalıyordu.
Modern şehircilik ilkelerinin belirlenmesinde atılan en önemli adım, CIAM toplantıları olmuştur. CIAM’ın açılımı ‘Uluslararası Modern Mimarlık Kongresi’dir. İlk kongre, Walter Gropius, Erick Mendelsohn, Mies van der Roche, Tony Garnier gibi önemli mimarların öncülüğünde ve 1928’de gerçekleşti. Kongrede Almanya, Avusturya, Belçika, İspanya, Fransa, Hollanda, İtalya, Rusya, İsviçre, Çekoslovakya, Yugoslavya mimarları yer aldı. Ne hikmetse İngiltere ve beraberinde Avustralya ve de Amerika Birleşik Devletleri mimarları kongreye katılmamışlardı. Asya ve Afrika ülkeleri, zaten batılı anlamda mimari endişeler taşımıyorlardı. 2. toplantı 1929’da, 3. toplantı 1930’da, 4. toplantı 1932’de ve Marsilya- Atina hattındaki bir kruvaziyer gemide yapıldı. Gemideki tartışmaların sonucu Atina’da karara bağlandığı için bu kararlar ‘Atina Şartı’ olarak anılıyor. Atina Şartı, mimarlar için neredeyse ‘Kutsal Kitap’ oldu. Mimarlar diyorum, çünkü o zamanlarda şehircilik, Rönesans’tan gelen bir alışkanlıkla mimarlıktan ayrı bir dal olarak düşünülemiyordu.
Atina Şartı ilkelerini özetleyelim: Her şeyden evvel insanların güneş almaları ve yeşil alanlarda yaşamaları ana ilkedir. Yeşil alanlar içinde açık aralıklarla gökdelenler yer almalı, aralarında okul, spor ve dinlence tesisleri bulunmalıdır. Siyasi ve sosyal önlemler alınmalı, niteliksiz kent varoşlarının oluşumuna olanak tanınmamalıdır. Trafik, en başta çözülmesi gereken bir işlevdir. Yaya ve araba yolları kesinkes ayrılmalıdır.
Bu şartlar, bazı mimarların eleştirisine hedef oldu. Bu gibi mimarlara göre: Kentin her yanını yeşil alan olarak düşünmek, kenti kent yapan özellikleri göz ardı etmek, kenti bir nevi hijyenik bir yatakhaneye indirgemek olur. Böyle bir ortamda yaşamak kentlilik ruhuna aykırıdır. Kentlinin bilincindeki ‘cadde’ ve ‘sokak’ imajını iptal etmek, şehir ruhunu ve şehrin çekiciliğini ortadan kaldırır. Her yapıyı güneşe açmak sıcak iklimlerde kâbusa dönüşür. İnsanların gölgeden hoşlandıklarını da unutmayalım.
Atina Şartının dile getirmediği ‘toplu konut’ fikrini Hollandalı mimar Jacob Bakema dile getirdi. Bu yeni fikirlerle ‘Habitat Şartı’ oluştu. 1923’ten sonra Walter Gropius, Berlin banliyösünde toplu konutlar (Siedlungen) inşa etti. Bu konutlar, ortak bahçe içinde, güneşe dönük ve sosyal donatılı konutlardı. Yani, bu gibi sitelerde de Atina Şartı uygulanmış oluyordu. Bu yapılara aynı yöne bakan blokların tekdüzeliğe (monotonluğa) yol açtığı eleştirileri geldi. Almanya, SSCB, Avusturya, Hollanda, Fransa’da pek çok toplu konut projesi uygulandı.
Daha sonra kentlerin sürekli ve düzensiz büyümelerini önlemek amacıyla ‘uydu kent’ modeli ortaya kondu. Ancak uydu kentlerin ‘uyku kent’ olmaması için içlerinde ekonomik önlemlerin alınması ve çeşitli işlevlere yer verilmesi düşünülmeliydi. Ne var ki uydu kentlerin zaman içinde ‘ana kent’ ile birleşmesi kaçınılmazdı. Bu ise kentlerde yeni problemler yaratacaktı.
Geçen zaman içinde artan trafik problemleri, araçların ve yayaların farklı kulvarlarda bulunmasını gerektiriyordu. Caddeler üzerinden geçirilen köprülerle başlayan ‘hava şehirciliği’ ile yeraltı tünelleri ve otoparkları, özellikle metro ağları ile başlayan ‘yer altı şehirciliği’ bu yüzyılın yeni kentlerini şekillendiren uygulamalardır.
Sanayi Devriminde geniş çapta kullanım alanı bulan fosil yakıt ‘kömür’dü. 2. Sanayi Devriminin fosil yakıtı ‘petrol’ oldu. Yeni dönemin sömürgeleri, petrolü olan ülkelerdi. Otomotiv endüstrisi ABD’deki birçok kentin çehresini değiştirdi. Amerika’da uygulanan serbest rekabet kapitalizmi, kısa zamanda ‘tekelci kapitalizm’e dönüştü. Artık eski kentlerin oluşmasına hükmeden krallar, prensler, asilzadeler yerine, yeni kentlerin oluşmasına ‘yeni prensler’, yani tekelci kapitalistler hükmediyordu.
New York’ta Manhattan ve Chicago gibi kentlerde gökdelenlerle yaratılan ‘down town’lar oluştu. Ne var ki bu gibi kentlerde de eski dönemin ızgara plan sistemini uygulamak en kolay ve pratik yol olarak benimsenmişti.
yerguvenc@gmail.com