30
Nisan
2025
Çarşamba
ANASAYFA

Gemi ile İstanbul - Bodrum


40 yıldır İstanbul’dan Bodrum’a gider gelirim. Yıllarca Anadol araba ile bozuk yolları kat ederek, kelle koltukta Halikarnas Balıkçısı’nın beldesine ulaştım. Dar ve virajlı yollarda, rampalarda kum kamyonlarının ve tankerlerin, hasat zamanı domates taşıyan traktörlerin peşinde konvoy oluşturur, 15 saatte menzile anca varabilirdik. Saçlarımız ve kirpiklerimiz tozdan bembeyaz kesilir, pansiyondaki küpten su dökünürdük. Çünkü su çok kıttı ve elektrik santrali gece 12’de elektriği keserdi. O zamanın Bodrum’unda otel de bulunmaz, bulabildiğimiz pansiyona kapağı atardık. Pansiyoncu hanım-kadın, tertemiz yataklarımızı yapar, ‘Ben köye, bağa gidiyorum; siz çıkarken pansiyon paranızı hesap eder, şu masaya bırakırsınız’ derdi. ‘Anahtarı kime bırakalım?’ sorumuza, ‘Bizde anahtar bulunmaz, kapının horozunu çeker çıkarsınız’ yanıtını alırdık. O günlerden bu günlere köprünün altından çok sular geçti. Artık evimize kilit üstüne kilit vuruyoruz; hırsızlar yine de girecek bir yer buluyorlar.

 İst.-Bodrum Gemi yolculuğu (İstanbul Boğazı'ndan çıkış)


Bu günlerin asfalt yolları eski ile kıyaslanamayacak kadar iyi. Ama anormal sollayan arabalara çok dikkat etmek gerekiyor. İDO’nun Yenikapı-Bandırma arasında çalışan feribotları yolculuğu epey rahatlattı. Ama Bandırma-Susurluk arasındaki yol, yıllardır sürüncemede kaldığı için, vapurun rahatlığı toz toprak içindeki bu yolda insanın burnundan geliyor. İstanbul–İzmir gibi iki önemli kent arasına niçin otoyol yapılmaz? İsteseler 10 kere yaparlardı. Yapmadılar. Doğru Yol da yapmadı, ANAP da yapmadı, AKP de yapmadı. Suç kimde dersiniz? Bütün suç, ‘Güzel İzmir’in –ki onlar ‘Gâvur İzmir’ diyorlar- iktidara muhalif uygar çoğunluğunda.

 Sarayburnu'ndan sur içine bakış


Devlet Denizyolları’nın topu topu iki feribotu var: Ankara ve Samsun. (Sakın Yunanistan’la bizi kıyaslamayın. Sonra aşağılık duygusuna kapılır, kahrolursunuz.) Bu iki gemiyi de yıllar yılı doğru dürüst işletemediler. Sonunda KİT, elindeki bu iki gemiyi özel sektöre kiraya verdi. Şirket gemileri elden geçirdi, revize etti. Şimdi haftada ikişer gün, biri İstanbul- İzmir-İstanbul, diğeri İstanbul-Bodrum-İstanbul hattında çalışıyor. Yunan adalarına da kurvaziyer yapıyor. Devlette zarar eden iki gemi şakır şakır çalışıyor ve para kazanıyor.

 Denizden Topkapı Sarayı


10 Haziran sabahı bindiğimiz, arabamızı garajına soktuğumuz Samsun feribotu, bağlı bulunduğu Sarayburnu’ndan ağır ağır açılmaya başlıyor. Gemideki kafe-bardan İstanbul limanını seyre doyum olmuyor. Hey gidi İstanbul hey! ‘Bir sengine yekpare Acem mülkünü feda’ edeceğimiz güzel kentimiz, ‘Bin kocadan arta kalan bive-i bakir’ de olsa, her dem ter ü taze haliyle bizlere gülümsüyordu. Gülhane Parkı arkasından Topkapı Sarayı’nın Kubbealtı kubbelerini, adalet kulesini, biraz sonra mutfakları ve şimdi hazine dairesi olan Fatih’in sarayını görüyoruz. Sonra da sur içinin muhteşem silueti karşımıza çıkıyor.

 Galata ve Cihangir

Beyoğlu yakasında Galata Kulesi’ndeki Cenevizlileri hayal ediyoruz. Biraz ötede Yahya Kemal’in gün batımındaki ‘Fakir Üsküdar’ın az süren saltanatı’nı seyrettiği Cihangir’i görüyoruz. Şimdi merhumun çok sevdiği Park Otel’in yerinde betonarme iskelet halinde bir ucube yükseliyor. 5 yıl feyz aldığım Taşkışla’yı, önündeki kaçak gökdelen ‘Gökkafes’ maskeliyor. Rant hırsı, her türlü çabaya galip gelmiş, içine klas bir otel yerleşmiş. Mimar arkadaş bununla yetinmemiş ki bir de üstüne Karia lâhitleri benzeri bir camekân oturtmuş. Camekân içinde eski muteber politikacıların ve de ünlülerin rezidansları yer alıyor.

 Taşkışla'yı gölgeleyen 'Gökkafes'


Gemi limandan çıkıyor, neredeyse Silivri-Gebze arasına kadar uzayan kent, sisler arasında eriyor. Bu günün mega kentinde sosyal farklılıklar iç içe geçmiş, iyi-kötü, güzel-çirkin, kültürlü-cahil, ahlâklı-ahlâksız, kibar-görgüsüz, modern giyimli-tesettürlü, uygar-maganda, dindar-yobaz, lâik-şeriatçı, zengin-fakir, hepsi bu kocaman ‘Nuh’un Gemisi’nin içinde yaşıyorlar. Bu manzara karşısında insan ister istemez eski İstanbul’u düşünüyor. Gerçi bu farklılıklar ezelden beri İstanbul’un kaderi idi. Fatih Sultan Mehmed Han, kente Anadolu’nun değişik kesimlerinden halklar getirmiş, belirli bölgelere yerleştirmişti. Sadece Türklere değil, Ermeni, Rum ve Yahudilere de yer vermişti. Niçin? O zaman milliyet mefhumu yoktu ve sanat erbabı reayaya gereksinim vardı. Onun içindir ki, eski İstanbul halkı da geldikleri yörelere ve oturdukları semtlere göre ayrı özellikler gösteriyorlardı. Örneğin, Aksaray-Kocamustafapaşalılar mütevekkil ve çelebi; Laleli-Soğanağa-Akbıyıklılar kültürlü ve kalem efendisi; Fatihliler ulema; Kadıköylüler kibar; Üsküdarlılar mütevazı ve dindar; Beşiktaşlılar Osmanlı bendegânı; Kasımpaşalılar bahriyeli ve eli maşalı; Çeşmemeydanlılar külhanbeyi; Langa-Yedikuleliler bostancı; Azapkapılılar tersaneci; Unkapanılılar zahireci; Kumkapılılar Ermeni zanaatçı; Yenikapı-Samatyalılar Rum balıkçı; Fenerliler Rum Beyleri; Balatlılar fakir Museviler; Sulukuleliler fakir Romanlar; Galata kıyıları batakhaneci ve meyhaneci; Galata üstü zengin Levanten; Beyoğlulular Rum banker ve tüccar; Pangaltılılar Ermeni kuyumcu, …şu anda aklıma gelenler. Tabii ki genel görünümleri ile. Türk mahallelerinde hem fakir, hem zengin bir arada oturur, imamı, asesi, tulumbacısı, ileri gelenleri mahallenin namusundan sorumlu olurlardı. Galata-Pera, döneminin batılı kenti idi.

Galiba seyahatname yazalım derken derin konulara değindik. Unutmadan söyleyeyim: Marmaray tüp geçidi için denizin altına tünelleri döşeyen iki platform-teknenin birinin önünden geçiyoruz. Fotoğrafını çekiyorum; platformun adı Japonca olduğu için adını okuyamıyorum.

 Marmaray denizaltı tüp geçitini döşeyen platform-tekne


Bir süre sonra, İstanbul’dan 4 deniz mili kadar uzaklaşmışken ufukta iki sarı baca görüyorum. Teleobjektiften karşıma Savarona yatı çıkıyor. Hasta Atamızın son aylarını geçirdiği yat, artık turizmin hizmetinde. Jilet olmasına ramak kalmıştı; kurtuldu. Yine hayal dünyasına dalıyorum: Yat deyince sakın aklınıza bu günün teknolojisi ile donanmış lüks yatlar gelmesin. Hava çok sıcak; Atamız kamarasında bunalıyor. O zaman klima cihazı yok. Kim akıl ettiyse yatağının yanına buz kalıpları konuyor; kamarayı soğutsun diye. Tabii hiç faydası yok. Atayı dışarıya, güverteye çıkarıyorlar, şezlonga yatırıyorlar. Kazanlar fayrap ediliyor, gemi tam yol ilerliyor; rüzgâr yapsın diye. Ama yat yollu bir gemi değil, hiçbir sonuç alınamıyor. Ben bu hayallere dalmışken, birden kendime geliyorum, denize bakıyorum. Bizim gemi yollu ve tam yol ilerliyor. Kıç tarafında, uskurların devinimi ile köpüklerin oluşturduğu yolu izliyorum.

 Ufukta Savarona Yatı


Bir Yüksek Mühendis yolcu ile arkadaş oluyorum. İTÜ’den, benden 4 sene sonra mezun olmuş. Mustafa Kemal Oray Bey, eski bir teknokrat; ama aynı zamanda mitoloji ve arkeoloji bilgisi var. Kenthaber refikim ve kuzenim Teoman Törün’ü anımsıyorum; hem Mülkiyeli, hem de mitoloji ve antik tarih bilen bir düşünür. Demek ki bizim jenerasyonda çok iş varmış. Uzaktan Lapseki’yi seçince yeni dostumdan Lapseki tarihi hakkında bilgi sahibi oluyorum. Beldenin antik adı Lampsake veya Lampsakos. Coğrafyacı Strabon, önemli bir liman kenti olduğunu söylüyor. Miletoslu göçmenler kurmuş. Spartalılar, Atinalılara karşı deniz üssü olarak kullanmışlar. Büyük İskender M.Ö. 334’teki Anadolu seferine buradan başlamış. Sonra Bergama krallığı hükümran olmuş. Kral Attalos’un ölümü ile Roma egemenliğine bırakılmış. Oray Beyin ifadesine göre Lapsekililer, antik dönemde her yıl, 6 Mayıs’ta bahar şenliği düzenlerlermiş. Herkes tören giysilerini giyer, odeonda müzik icra edilir, amfiteatrda tiyatro oynanır, genç kızlar bahtlarını açmak için çimende faymana fotika yaparlar (anlamını bilenler bilmeyenlere söylesin), agorada delikanlılarla flört ederlermiş. Ben, ‘Ama 6 Mayıs Hıdrellez günüdür. Antik Yunanla ne ilişkisi olabilir?’ diye sordum. Efendim, Hıdrellez’in Mezopotamya ve Anadolu kökenli, hatta Orta Asya kökenli olduğu söylense de ilk çağlardan beri Balkanlar, Marmara ve Doğu Akdeniz ülkelerinde kutlanırmış. Bizim bildiğimiz Hızır ve İlyas sonradan yakıştırma imiş. Bunu Cumhuriyet Gazetesi’nde de yazmış. Bilginin kaynağını soramadım; internette yaptığım amatörce aramalardan da bir sonuca ulaşamadım. Konuyu uzmanların görüşüne sunuyorum.

İşte nihayet Eceabat kalesi göründü. Karşı yakadaki Çanakkale görmeyeli ne kadar da büyümüş? ‘Dur Yolcu!’ anıtı fotoğrafını çekemiyorum. Güneş tam karşıdan geliyor; sonuç olumsuz. Hiç olmazsa Necmettin Halil Onan’ın ölümsüzleşen şiirini söyleyelim: ‘Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın / Bu toprak bir devrin battığı yerdir. / Eğil de kulak ver bu sessiz yığın / Bir vatan kalbinin attığı yerdir.’

 Eceabat Kalesi


Ve de Akif sesleniyor: ‘Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı değer.’. Toprağın her bir karışı o büyük savaşı haykırıyor. İçimizi, şehitlerimiz her an karşımızda belirecek gibi bir his kaplıyor. ‘Şüheda fışkıracak toprağı sıksan şüheda’ dizeleri dudaklarımızdan dökülüyor. Nara burnuna yaklaşırken Çanakkale Şehitler Anıtı’nın silueti beliriyor. Kaptan rotayı olabildiğince anıta doğru yaklaştırıyor. Haydi teleobjektif! Şu anıtı yakından çek. Ve çekiyor. O da ne? Gemi hoparlörleri 10. Yıl Marşı ile zangır zangır titriyor. Hep beraber Kenan Doğulu’nun müziğine iştirak ediyoruz: ‘Çıktık açık alınla on yılda her savaştan / On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan. / Başta bütün dünyanın saydığı baş kumandan / …..’

 Çanakkale Şehitleri Anıtı


Akşam yemeği, rakı sohbeti; piyanist şantör son moda şarkıları terennüm ediyor. Kaptanın masasından kıranta bir bey kalkıyor, podyuma ilerliyor. Acaba kim derken karşımıza Rıza Silahlıpoda çıkıyor. Güzel müziği ile bizleri eski günlerimize götürüyor. Vakit gece yarısı olmuş; gençler diskoya gidiyorlar. Bizleri uyku bastırıyor, kamaramıza çekiliyoruz. Gece iki buçukta uyanıyorum. Bakıyorum, sağ yanımda bir ada. Midilli’ye çok yakın geçiyoruz. Midilli gündüz gibi ışıklar içinde. Sol yanımda, biraz uzağımda ateş böcekleri gibi yanıp sönen ışıklar Ayvalık olmalı. Biraz sonra, karanlık denizi görünce tekrar yatağa dönüyorum. Güzel Ege sahillerini ve adaları göremeden sabahı etmişiz. Tanrı ömür verirse bir de akşamüstü kalkan feribotla İstanbul-Bodrum seferini yapmalı diye aklımdan geçiriyorum. O zaman bu seferde göremediklerimi de görebileceğim.

Kahvaltı ediyoruz. O da ne? Sağ yanımızda Kos (İstanköy), sol yanımızda Bodrum-Akyarlar. Bodrum Kalesi’ni geçiyoruz. Halikarnas Disko, geceden sabahın ilk ışıklarına kadar lazer ışıkları altında, köpükler içinde dans eden gençleri eğlendirmenin yorgunluğu ile sessiz sedasız ertesi gece için enerji topluyor. Paşatarlası koyuna giriyor, rıhtıma yanaşıyoruz. Otomuzu alıyor ve çıkıyoruz. Artık bundan sonrası ‘Her Gece Bodrum.’

Darısı başınıza…

Yayın Tarihi : 30 Haziran 2008 Pazartesi 11:59:28


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?