15
Haziran
2025
Pazar
ANASAYFA

Heybeliada Sanatoryumu

Heybeliada Sanatoryumu binası 18 Ekim 2009 akşamı çıkan bir yangınla çöktü. Ada itfaiyesi yetersiz kalınca Kadıköy, Kartal, Maltepe itfaiyelerinden gelen takviye ekiple yangın, çam ormanına sirayet etmeden söndürülebildi. Böylece Atamızın emirleri ile 1924’te açılan, ancak 2005’te kapatılan, Cumhuriyetimizin ilk eserlerinden bir tesis daha tarihin sayfaları arasına gömülmüş oldu.

Şimdi bir an Kurtuluş Savaşı günlerine dönelim: Kurtuluşa ve egemenliğe tek inanan Mustafa Kemal’in yalnız günlerindeki kuru fasulye–pilav–üzüm hoşafı üçlüsüne talim edilen Ankara Tren İstasyonu yanındaki Direksiyon binasını çekip çeviren Fikriye Hanım’ı analım. Daha sonra taşınılan Çankaya’daki ilk köşkü de çekip çeviren, hayat veren oydu. Fikriye Hanım, Mustafa Kemal’e can yoldaşı olan, alımlı, ince-narin, kibar bir aile kızı. Gel gör ki ince hastalık onu da pençesine almış, gün be gün eritiyor. O zaman Türkiye’de Avrupa ayarında bir sağaltım merkezi, bir sanatoryum yok. Fikriye Hanım, Almanya’ya, Münih’teki bir sanatoryuma gönderiliyor. (Bu olaya Atamızın Lâtife Hanım’la evlenme arifesinde ortamdan uzaklaştırma hareketi diyenler varsa da ben inanmıyorum. Hasta veya hastalığa yatkın olmayan bir kimse sanatoryuma alınmayacağı gibi Avrupa tıp dünyasında hatır-gönül sökmez). Acaba, Atamızın Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk sanatoryumunu verdiği direktif ve özel ilgi ile kurdurmasında bu olayın duygusal yönü var mıdır dersiniz?

Sanatoryumlar, sakin, temiz havalı, özellikle çam havası alan bölgelerde inşa ediliyor. O zamanlar antibiyotik ilâçlar yok. Veremli hasta, bol gıda, temiz havada istirahat kürleri ve toraks gibi cerrahi işlemlerle sağaltılmaya çalışılıyor.

Heybeliada, sakin, temiz havası, çam ormanları, vapurla kolay ulaşım olanağı ile sanatoryum kurulması için uygun bir seçim. Esasen Adalar, Bizans’tan beri ciğerleri zayıf olanların gönderildiği bir yer. Sanatoryumun ilk tesisi, Çam Limanı’na bakan bir köşkte açılıyor. İlk açılışında 16 yatağı var. Bir zamanlar ciğerlerinden rahatsızlanan İsmet İnönü’nün de burada tedavi edildiği ve Heybeliada’daki köşkünü rahatsızlığı nedeni ile almış olduğu söyleniyor.

Cumhuriyetin halk sağlığı konusunda başarıya ulaştırdığı iki önemli sağlık savaşı vardır. Osmanlı’nın ihmal ettiği Anadolu’da halkın çoğunluğu sıtma ve veremden kırılıyordu. Frengi, kolera gibi diğer hastalıklar da kol geziyor, ama bu iki belâ çok can alıyordu.

Devletin sıtma ve vereme karşı açtığı savaş, yıllarca süren çetin ve azimli mücadeleler sonunda kazanıldı. Bu zaferi İsmet İnönü’ye borçluyuz. 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği yokluk günlerinde, 1940’larda dahi devam eden bu mücadele sırasında Heybeliada Sanatoryumu’na yeni tesisler eklendi ve hastane kapasitesi 660 yatağa çıkarıldı. Yeni binanın mimarını anımsamıyorum. Ancak tesislerin, İsviçre’deki bir sanatoryumdan örnek alınarak inşa edildiği söyleniyor. Dr. Tevfik İsmail Gökçe, hastaneyi başarılı kılan ve bilimsel düzeyini yükselten efsane başhekim olarak anılıyor. Sonuçta sağaltım yanında sağlık araştırma ve eğitiminin de yapıldığı hastaneden Prof. Dr. Siyami Ersek gibi değerler yetişiyor ve WHO (Dünya Sağlık Örgütü), sanatoryumu tüberküloz eğitim ve araştırmaları merkezi olarak kabul ediyor.

Bu arada bir anımı anlatmak istiyorum: İstanbul Bayındırlık Müdürü olarak görev yaptığım dönemde hastanenin bitmez tükenmez onarımları ile ilgilenir, zaman zaman ek inşaat denetimini de kendim yapardım. Yine böyle bir inşaat denetimi dönüşünde, hastanenin değerli doktorlar grubu ve başhekimi Dr. Zülfü Sami Özgen’le vapurda sohbet ediyoruz. Bu arada tiryakiliğim olmamakla beraber bir sigara yakmışım. Dr. Zülfü Bey, ‘’Seni sigara içerken hiç görmemiştim. Bir gün gel de seni yıllarca sigara içmiş bir hastanın akciğer ameliyatına sokayım. Hastanın ciğerini açınca yayılan pis kokuyu duyunca bakalım bir daha sigara içebilecek misin?’’ demişti. Sigaraya savaş açtığımız bu günlerde değerli ve çalışkan başhekimi bu vesile ile rahmetle anıyorum.

1980 sonrası devlet, dolayısıyla Sağlık Bakanlığı, sağlık sektörü işletmelerinden maddi desteğini çekti. Sanatoryum da kendi yağı ile kavrulmak durumunda kaldı, olanaksızlıklar içinde zor günler yaşadı. Hâlbuki o güne kadar göğüs cerrahisi konusunda ihtisaslaşmış, ününü duyurmuş önemli bir hastane idi. Ne var ki bundan sonra, bu gibi konularda özel sektör söz sahibi olacaktı. O dönemde bilen-bilmeyen fikir yürütüyor, artık streptomisin, pas gibi ilâçlar varken uzun süreli kürlerle sağaltım yapan sanatoryumlara gerek kalmadığını dahi söylüyorlardı.

17 Ağustos 1999 depreminde hastane binasında bazı hasarlar oluştu. 2001’de İlâç Endüstrisi Sendikası tarafından restorasyon yapıldı. Ancak 2005’te, ulaşım zorluğu, hasta sayısında azalma gibi bahanelerle sanatoryumun kapısına kilit vuruldu. Tıbbî donanımı ve eleman kadrosu Maltepe Süreyya Paşa Göğüs, Kalp ve Damar Hastalıkları Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne devredildi.

Hâlbuki her ne kadar verem savaşı başarılı olmuş olsa dahi, doktor kontrolu dışında, yanlış dozda ve gelişigüzel kullanılan ilâçlarla mikrobun direnç kazanması sonucu tam iyileşememiş hastaların aramızda dolaştığı da bir realite olarak karşımıza çıkıyor. İncelediğim bazı istatistiklerden, dünyada her yıl 8-9 milyon kişinin bu hastalığa yakalandığı, her yıl 2-2 buçuk milyon kişinin bu hastalıktan yaşamını yitirdiği, yurdumuzda tüberküloz nedeni ile ölüm sayısının yılda 3600 kişiyi bulduğu anlaşılıyor.

Mesleki konularımın dışında kalmasına karşın, bundan bazı sonuçlar çıkarmak akla yakın geliyor: Yurdumuzda koruyucu hekimliğe önem verilmesi, her bir kişinin sağlık durumunun bilgisayar ortamında takip edilmesi, gerekenlere sosyal yardım yapılması, sağlık sigorta ve aile hekimliği kurumlarının genelleştirilmesi devletin ana görevleri arasında bulunmalıdır.

Her beldeye bir hastane değil, her beldeye ve köyler grubuna yaygın poliklinik ve ilkyardım ağı, her bölgeye büyük ölçekli bölge ve ihtisas hastaneleri kurulmalı, çevrede uzman hekimlerin yaşayabileceği uygar ortamlar yaratılmalıdır. Çevreye zarar veren hastaların takibi ile bir çatı altında sağaltımları yapılmalıdır. Bunun için sanatoryumları modası geçmiş tesisler olarak görmemek, örneğin Heybeliada Sanatoryumuna modern tıbbın verilerine göre yeniden işlev kazandırmak gerekir kanısındayım.

Son günlerde, Heybeliada Sanatoryumu yangınından bazı pis kokular yayılmaya başladı. Binanın rant uğruna kasten yakıldığını, geniş arazisinin otel inşa edilmek üzere bazı kişilere peşkeş çekildiğini söyleyenler var. Umarım ki bu söylentiler doğru çıkmaz; konu hukuk yolu ile açıklığa kavuşur.

 

yerguvenc@gmail.com  
 

Yayın Tarihi : 2 Kasım 2009 Pazartesi 13:49:19


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?