Selçuklular, Anadolu’ya yerleştiklerinde batıda Bizans, kuzeyde Pontus devletleri ile komşu oldular. Nüfuz bölgelerinde, bu gün de varlıklarını sürdüren mamur kentler vardı. Bu kentlerde, Hıristiyan eserlerinin yanı sıra, İslâm dininin gerektirdiği camiler, türbeler (kümbetler) yanında sosyal yaşam işlevli okullar (medreseler), aşevleri (imaretler), sağlık tesisleri (dar-üş şifalar), ticaret yolları üzerine hanlar (kervansaraylar), askeri yapılar (kaleler) inşa ettiler. Bu anıt eserlerin birçoğu, bu gün de Anadolu Selçuk uygarlığına tanıklık etmektedir. Bu eserlerden başlıcalarını, işlevlerine göre gruplandırarak anlatacağım:
CAMİLER
Camilerin dış mekândaki başat elemanları, girişteki taç kapı ve mihrap üzerindeki kubbedir. İç mekân, henüz sütun kalabalığından kurtulamamıştır. Bu mimarlık üslûbunu İran ve Horasan bahsinde görmüştük.
Konya Alâeddin Camii’nin inşasına Sultan Rükneddin Mesut (1116-1156) dönemi sonunda, 1156’da başlanmış, II. Kılıçaslan (1156-1192) döneminde kubbe inşası ile devam edilmiş, sonraki sultanlardan sonra, Alâeddin Keykubat (1220-1237) dönemi başında bitirilerek sultanın ismi ile açılmıştır. Bu camide de İran üslûbunda gördüğümüz taç kapı, iki sütun üzerinde devam etmektedir. Caminin ilginç yönü, taç kapının iki yanında İran’da görülmeyen simetrik ve masif kitlenin bulunmasıdır. Masif kitlenin üst sırasında sıra pencereler vardır. Fotoğraf üzerinden sağda ve solda 10’ar pencere saydım. İran üslûbundan ayrılan diğer ilginç eleman, kubbesinin 8’gen piramit oluşudur. Bu tip kubbeler, Ermeni kiliselerinin tipik özelliğidir. İç mekânda, geleneksel üslûp ve geniş açılıkları geçemeyen inşaat teknolojisi yetersizliği ile bol sütun kullanılmıştır. Caminin mimarı, köşe taşı üzerinde yazdığına göre Muhammed bin Havlan El-Dımışki imiş. (Yani Şamlı Muhammed) Bir mimarlık eserinin çevreden etkilenmemesi düşünülemediğine göre bu yerel değişiklikleri, yine de ilericilik gayreti olarak görmek gerekir.
Divriği Ulu Camii, kuzey kapısındaki kayda göre, yine Alâeddin Keykubat döneminde ve 1229 yılında yapılmıştır. Cami, çağdaşı olan anıtlardan farklılığı ile dikkati çeken, Selçuklu’nun en ünlü ve en ilginç eseridir. Güneyinde camiye bitişik olarak inşa edilmiş Dar-üş Şifa ile beraber 32 x 62 metre ebadında dikdörtgen alanı kaplar. İç mekân sahınlarının üstü, 24 küresel kubbe ile örtülmüştür. Mihrabın üstündeki 25. kubbe piramit şeklini almıştır. Kuzeydeki taç kapısı, dönemin desen sanatının ve taş işçiliğinin bir harikasıdır. Taç kapının ‘tema’sı İran olmakla beraber buradaki taç kapı, artık Selçuklu özelliği kazanmıştır. Bu eserin güzelliğini tarif etmek yeterli olmayıp, mutlaka yerinde görülmesi gereken bir şaheserdir. Cami, 1985’den beri UNESCO Dünya Mirası listesinde yer almış çok önemli bir eserdir.
Bu iki cami dışında mimarlık sanatı açısından önemli, Anadolu’nun birçok kentine yayılmış birçok cami vardır. Niğde Alâeddin Camii, Kayseri Huand Hatun Camii, Nevşehir Tuzköy ve Kızılkaya Camileri, Ankara Aslanhane Camii, Afyonkarahisar Ulu Camii, Beyşehir Eşrefoğlu Camii sayılmalıdır. Özellikle Eşrefoğlu Camii, iç mekândaki ahşap direkleri, ağaç oyma işçiliği ve de çinileri ile ilginç ve güzel bir camidir.
KÜMBETLER
Selçuk Türkleri, İslâm’dan evvel mumyalama tekniğine vâkıftılar. Mumyalar, mezar odasında doğu yönüne bakardı. Ölünün ‘kıble’ yönüne vaz edilmesi ve toprağa gömülmesi İslâmiyet’in kabulünden sonra başlamıştır. Buna karşın, İslâmiyet’in kabulünden sonra da Selçuk kümbetleri iki katlı olarak yapılmış, ölünün gömüldüğü alt kata ‘mumyalık’ denmeye devam edilmiştir. Mumyalık’a dışarıdan merdivenle inilir. Yine dışarıdan merdivenle çıkılan üst kat mescit olarak kullanılır. Birçoğunda mihrap da bulunur. Ana kitle, çokgen prizma veya silindir formundadır. Kubbe, iç mekânda küresel olabilmekte, ancak dış görünümü itibariyle çokgen piramit veya konik külâh şeklinde yapılmaktadır. Bazı sanat tarihçilerimiz, bu formun Orta Asya çadırlarından geldiğini, bazıları da ‘Budist strupaları’ndan geldiğini iddia ediyorlar. İran mimarlık üslûbu ürünü olan Bağdat’taki Zübeyde Hanım, Merv’deki Sultan Sencer türbelerinde 8’gen prizma kitle üzerinde 8’gen piramit kubbe bulunduğundan bahsetmiştim. Bu form Selçuklu kümbetlerinde de devam etmekle beraber koni veya piramit yükseklikleri kısalmakta, bu da Ermeni kiliselerinde kullanılan konik veya piramidal örtü formlarını çağrıştırmaktadır. Mimarlığın çevredeki eserlerden etkilenmiş olması çok doğaldır. Önemli olan aynen kopya etmek değil, esere yeni bir yorum getirebilmektir ki Selçuklu mimarlığı bunu başarmıştır.
Kümbetlerin kubbe altındaki ana kitlelerinin çokgen prizma veya silindir formunda olabilmelerine karşın kare prizma formuna rastlanmıyor. Çokgen kitleli yapılar, 8’gen, 10’gen, 12’gen veya daire planlı olabiliyor.
8’gen planlı kümbetler: Kırşehir Melik Gazi (1116), Divriği Sitte Melik (1166), Divriği Emir Kamerüddin (1196), Tokat-Niksar Kırk Kızlar (1220), Kayseri Huand Hatun (1238) (Alâeddin Keykubat’ın kızı), Konya Taç Veziri (1239), Niğde Hüdavend Hatun (1312) (1331’de gömüldü) kümbetleri.
10’gen planlı kümbetler: Konya II. Kılıçaslan (1220) kümbeti (Alâeddin Camii haziresinde).
12’gen planlı kümbetler: Sivas Keykâvus (1220) (Şifaiye Medresesi güneyinde), Erzurum Hundi Hatun (1253) (Çifte Minareli Medrese kenarında), Kayseri Döner (XIV. Yüzyıl ortası), Konya Döner (XIV. Yüzyıl ortası) kümbetleri.
Daire planlı kümbetler: Ahlat Usta Şakird (1273), Ahlat Hasan Padişah (1275), Ahlat Buğatay Aka (1281), Kayseri Sırçalı (XIV. Yüzyıl ortası), Ahlat Ulu (XIV. Yüzyıl ortası) kümbetleri. (Daire planlı kümbetlerin Moğol istilâsı (1243) sonrasında uygulanmaya başladığını belirtelim.)
Bu tip kümbetlerin dışında az da olsa, orijinal Türk üslubu olan ‘Eyvanlı’ kümbetler de vardır. Konya Gümeç Hatun, Tercan Mama Hatun kümbetleri bu tipe girer. Bunun dışında Konya’da ve Akşehir-Reis kasabasında birer kümbet, günümüze kadar gelebilmiştir.
Bu kümbetlerde yatan bazı isimlerin ‘Hatun’, kadın olduğuna her halde dikkat etmişsinizdir. Kırk Kızlar, Huand Hatun, Hüdavend Hatun, Hundi Hatun, Gümeç Hatun, Mama Hatun, sadece benim belirtebildiğim isimler. Bunların dışında daha birçok ‘Hatun’ kümbeti bulunduğunu zannediyorum. İşte Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk törelerinden biri de kadına verilen değerdir. Bu töre, Osmanlı İmparatorluğu’nda da devam eder.
Acaba diğer İslâm ülkelerinde kadınların defnedildiği değerli mimarlık eseri türbeler var mıdır? Olsa da pek azdır. Bu uygarlığımız, bu günün Türkiye’sinde kadına değer vermeyen, Arap hayranı ve de Müslüman geçinen bazı kişilerin kulağına küpe olsun. At gözlüklerini atsınlar, bir parça Türk tarihi okusunlar, Türk Müslümanlığını tanısınlar.