2
Mayıs
2025
Cuma
ANASAYFA

İslâm Mimarlık Sanatına Genel Bir Bakış (XV)


KLÂSİK OSMANLI MİMARLIĞI DÖNEMİ (1453-1720)

1453 yılı, Türk tarihinin olduğu kadar Dünya tarihinin de önemli bir dönüm noktasıdır. Fatih Sultan Mehmed (1451-1481) Konstantinopolis’i fethetmekle Doğu Roma İmparatorluğu’nun da vârisi oldu. Bizans’ın yasalarına, müziğine, mimarlığına değer verdi; hatta benimsedi. Bizans’ın ‘hilâl’ simgesini bayrağına koydu. (Dikkat ederseniz hiçbir Arap ülkesinin bayrağında hilâl yoktur. Tunus ve Pakistan bizi örnek alarak hilâli kullanmışlardır.) ‘Sultan-ı İklim-i Rum’ unvanı ile anıldı. Kültür ve sanat alanında da aydın bir kafaya sahipti. Avrupa’dan Rönesans ustalarını davet etmiş, İslâm’da günah sayılan kendi portresini dahi yaptırmıştır. Osmanlı kültür ve sanatının, mimarlığının gelişmesinde, temele ilk harcı Fatih koymuştur. Osmanlı sanat ve mimarlığı, sadece bir yüzyıl içinde doruğa ulaşmış, her alanda olduğu gibi mimarlık alanında da ‘klâsik’i yakalamıştır. Acaba mimarlık eserlerini ‘klâsik’ yapan etkenler nelerdir?

1/ Mülkî örgütlenme: Merkez, eyalet, vilâyet, sancak, kent yönetimleri ile yapıların sıkı kontrolu.

2/ Mâlî kudret: Zengin hazine; Defterdara bağlı ‘Bina Emini’ ile inşaatın malzeme – işçilik sarf ve maliyetlerinin ayrıntılı tutanaklarla kaydı ve ‘Kubbealtı’na hesap verilmesi. Tesislerin işletme ve idamesinin zengin vakıflar aracılığı ile sağlanması.

3/ Kültür ve sanata verilen önem: Edebiyat, musiki, fen ve sosyal bilimler, mimarlık, hat, tezhip, ebru, minyatür gibi süsleme sanatlarına ve sanatçılarına gereken değerin verilmesi.

4/ Sosyal kurumlara verilen önem: Halkın din, eğitim, sağlık, ticaret, sosyal yaşam işlevlerini karşılayacak tesislerin, mimarlık değeri olan kalıcı binalar şeklinde inşası ve halkın hizmetine sunulması.

5/ Şehirciliğe ve alt yapıya verilen önem: Başat yapıların kentin tepe noktalarında inşası ile kent siluetinin zenginleştirilmesi. Ana yollar ve içme suyu tesislerinin inşa ve bakımı. Konut ve sivil mimarlık inşaatlarının ruhsata tâbî olması.

6/ Kalifiye mimar ve ustaların yetiştirilmesi ile ehil mimar ve ustaların ‘Hassa Mimarlar Ocağı’na bağlanması. Bu ocaklardaki ser mimar, mimar-ı sâni ve diğer mimarlar, suyolcu, ambarcı, kethüda gibi fen elemanlarının mimarlık - mühendislik projelerinde ve de inşaat safahatında görev alması. İnşaatta görev alacak uygulama ustalarının yetiştirilmesi ve şantiye yönetimi. Anıtsal yapılarda ‘ser mimaran-ı hassa’nın direk padişaha muhatap olması.

Bu dönemin anıt eserlerinde ‘Selâtin Camileri’nin (Sultanların yaptırdığı camilerin) önemli yeri olmakla beraber sosyal ihtiyaçları karşılayan yapılar da aynı önem ve özen gösterilerek inşa edilmişlerdir. Bu tesisler ayrı ayrı inşa edildikleri gibi büyük camilerle beraber ve aynı mimarlık manzumesi içinde de inşa edilebilmektedir. Bu gibi dört başı mamur yapılar grubuna ‘Külliye’ (Bütünlük, topluluk) diyoruz. Örneğin, Fatih Külliyesi, Süleymaniye Külliyesi gibi. Külliyelerde cami başat eleman olmakta, çevresinde birbirleri ile ilintili olarak türbeler, sıbyan mektebi, kütüphane, medreseler, sebil, muvakkithane, imarethane, tabhane, hamam, dar-üş şifa, arasta gibi sosyal tesisler yer almaktadır.

Klâsik dönem mimarlık eserlerini detaylı anlatmak, bu makalenin sınırlarını çok aşar. Esasen ben burada mimarlık tarihi anlatmıyorum. Mimarlık tarihine ‘Genel Bir Bakış’ atfediyorum ve ilkeler üzerinde duruyorum. Meraklısı için bu konularda yerli ve yabancı, ciltlerce kitapta ve internette namütenahi bilgi, resim ve planlar vardır.

Osmanlı klâsik camileri, bazı yarım aydınların söylediği gibi Aya Sofya’nın mimarlık üslûbunun devamı mıdır? Ayasofya bazilikası (537), şüphesiz ki Dünya mimarlık tarihinde büyük bir aşamadır. Bu eserden bin yıl sonra gelen Osmanlı mimarlarının ondan etkilenmemesi olası değildi. Özellikle strüktür açısından ondan çok şeyler öğrenmişlerdir. Fakat mimarlık kurgusu olarak hiçbir cami Aya Sofya’nın devamı değildir. Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında ne kadar fark varsa, Aya Sofya ile Osmanlı camileri arasında da o kadar fark vardır. Aya Sofya’nın insanı havada uçuran rûhânî iç perspektifine karşın Osmanlı klâsik camileri daha realist, daha dünyevî efeye sahiptir. İki din arasındaki görüş farklılıklarını bu iki mabette hissedersiniz.

Kiliselerdeki ana hacimde, mihraba yönelik ve dikdörtgen planlı orta nef (sahın) ve iki yanında daha az yükseklikte yan nefler bulunur. Orta ve yan nefler sütun dizileri ile ayrılır. Ana mekân, orta neftir. Yan neflerin, giriş-çıkış, mum adama, dini heykel ve resim galerisi, aziz naaşlarının zemine defni ve şapel gibi işlevleri vardır. Aynı anlayış Aya Sofya’da iki yanındaki galerilerle sağlanmıştır. Osmanlı camilerinde ise iç mekân tek hacim olarak algılanır. Çünkü İslâm’da camide yapılacak tek işlev vardır. O da bir imam önderliğinde ve saf halinde namaz kılmak, birlik ve beraberlik içinde, ama kendi başına Allah’a yönelmektir.

Şimdi, klâsik camilerimizi Aya Sofya’dan farklı kılan ayrıntılara bakalım: Camilerimizde dış cephe duvarlarında fazla sayıda pencerelerle içeriye daha bol ışık sağlanmıştır. Bu ne demektir? Kiliselerde loşluk ile sağlanmak istenen kutsal ruhânîlik, camilerde yerini bol ışıkla sağlanan doğal ortama bırakmıştır. Pencereler, tam kemerli değil, İslâm geleneğine uygun olarak sivri kemerlidir. Giriş kapıları ve mihrapta Selçuklu sanatından gelen geleneksel stalaktit alınlıklar, taşıyıcı ve iç revak sütunlarda stalaktitli, dış revak ve mahfil sütunlarında baklavalı Türk sütun başlıkları kullanılmıştır. Yine iç mekânda abartılı dekorasyon yapılmaz, duvarlarda ve fil ayaklarında bitki veya geometrik desenli, âyet yazılı çini kaplamalar, alçı elvan (renkli cam) tepe pencereleri, kemer ve kubbelerde ‘kalem işi’ denen, sıva üzerine boyalı desenler yeterli dekoru sağlarlar. Bizans mozaikleri ise hiçbir zaman kullanılmamıştır. Ana kitleye son cemaat yeri ve revaklı şadırvan avlusu ve şadırvan gibi dini işlevi olan mekânlar ilave edilmiştir. Dış kitle kompozisyonunda ana kitle + kubbe + minare ve şerefelerde birbirleri ile uyumlu orantılar gözetilmiştir. Aya Sofya’nın etkileyici iç mekânına karşın dış kitlesi hantal bir görünüm arz eder. Klâsik camilerimizde ise iç mekân kadar dış kitle kompozisyonuna da önem verilmiştir. Ana kitle, zahirî bir kare piramit içinde kubbe ve yarım kubbelerin oluşturduğu bir uyumla zemine kadar iner. Minarelerdeki alt şerefeler, ana kubbe seviyesinde kalarak kitlenin cephe dengesini sağlarlar. (Usta bir ressamın renkler ve objelerle tuval üzerinde oluşturduğu denge gibi.)

Aya Sofya ile benzerlikler, genellikle strüktür (taşıyıcı bünye) ile ilgili ayrıntılardadır. Bunlar, küresel kubbe, kubbeyi destekleyen yarım kubbeler, fil ayakları ve pandantifler ve üzerlerindeki ağırlık kuleleridir. (Pandantif, kubbe tabanı olan dairenin kare plana intibakını sağlayan dört köşedeki eğri üçgen formundaki yapı elemanıdır.) Osmanlı cami strüktüründe, yüklerin bileşkelerle zemine iletilmesi, tam bir geometrik düzen içinde uygulanmış, statik sistem şemaları Aya Sofya’nın strüktür şemasını aşmıştır. Camilerimiz, mimarlık değerleri yanında, aynı zamanda birer mühendislik anıtıdır.

Osmanlı camilerindeki kubbe çaplarının, Aya Sofya ile karşılaştırılması halkımızca merak konusu olmuştur. Kubbe çapları, Aya Sofya’da (532-537) (30,80+31,80)/2=31,30 m., Beyazıt Camii’nde (1500-1505) 16,80 m., Şehzade Camii’nde (1544-1548) 18,70 m., Süleymaniye Camii’nde (1550-1557) 26,20 m., Selimiye Camii’nde (1568-1575) 31,30 m. kadardır. Burada iki şey dikkatimizi çekiyor: Birincisi, erken Osmanlı döneminde uzun sürede tamamlanabilen camiler, klâsik dönemde 4 ilâ 7 senede bitirilebiliyor. Bunda, yukarıda saydığımız etkenlerin büyük rolü var. İkincisi, Aya Sofya’nın kubbe çapına ulaşmamız bin senemizi almış. Kanımca bunun nedenini inşaat beceriksizliğinde değil, kullanılan malzemenin kalitesinde aramak gerekir diye düşünüyorum. Bizans, mimarlık eserlerinin taşıyıcı bünye duvarlarında genellikle tuğla kullanmıştır. Aya Sofya’nın strüktürü de tuğla ile oluşmuştur. Keza diğer Bizans eserlerinde de tuğlanın taşıyıcı olarak kullanılmış olduğunu görüyoruz. Bu tuğla malzeme, bin beş yüz yıldır taşıyıcı vasfını kaybetmemiştir. Hâlbuki Osmanlı’nın imal ettiği tuğlalar ve horasan derz harçları, bu kaliteye ulaşamamıştır. Bunu Osmanlı eserlerinin tuğla yapılarında gözlemliyoruz. Her halde bu nedenle olsa gerek, Osmanlı mimarları, Sinan da dâhil, taşıyıcı bünye duvarlarını küfeki taşı ile inşa etmişlerdir. Küfeki taşı, İstanbul’un Sur dışından itibaren Trakya’da bolca bulunan, kalsiyum karbonat esaslı, içinde deniz kabuklularına rastlanan, kolay işlenen, zamanla mukavemet kazanan, kirli beyaz rengi ile albenisi olan bir taştır. Osmanlı eserleri, kalıcılığını bu taşa medyundur. Ancak iş kubbe yapımına gelince tuğlaya ihtiyaç duyulmuş, o da yıllar yılı kubbe için gerekli olan mukavemeti verememiştir. Klâsik Osmanlı mimarlarının çağdaşı olan Avrupalı mimarlar, Gotik dönemden beri, kubbe strüktürü araştırmalarında kubbeyi taş kaburgalarla çatarak aralarını tuğla ile doldurma teknikleri geliştirmişler, böylece geniş açıklıklar elde edebilmişlerdi. Ne yazık ki, Fatih Sultan Mehmed’in batıya açık geniş fikirleri, torunlarınca benimsenmemiş, içimize kapanma dönemi başlamıştı. Onun için de teknik gelişmelerden ve Rönesans’tan habersizdik. Daha XVI. Yüzyıl başında Bramante 42 metre kubbe çaplı Sen Piyer’i tasarlıyor, XVI.Yüzyıl ortasına gelmeden Mikelanj, bu çaptaki kubbeyi gerçekleştiriyordu. Zamanımızda da Londra’da bir kilometre çapında kubbe yapıldı. Bizim mühendisliğimiz de bunu başarabilir ama o kalitede çelik ve plastik malzememiz olmadığı için tek başımıza yapamayız. Demek ki değişen bir şey yok. Neyse, biz burada kubbe yarışına girecek değiliz. Kubbe çapları, büyüklük – küçüklük hiçbir zaman mimarlık değerine miyar olamaz. Konuyu burada kapatalım.

Bildiğimiz kadarı ile İstanbul’un en eski camii Mahmut Paşa Camii’dir (1463). Ortada iki ana kubbe, yanlarında üçer küçük kubbe ile erken dönem Osmanlı mimarlığının devamı mahiyetinde bir camidir.

Fatih Sultan Mehmed’in mimar Atik Sinan’a yaptırdığı Fatih Camii ise bu günkü cami değildir. Cami ilk depremde yıkılmış; zaten mimar da başarısızlığını başı ile ödemişti. Fatih, Beyazıt meydanında, bu günkü üniversitenin yerinde bulunan Bizans Senatosu yerine bir yıl içinde 1454’te bir saray yaptırmış ise de (Eski Saray) Kanuni döneminde yanmıştır.

Bu gün Kapalıçarşı bünyesinde kalmış bulunan Sandal Bedesteni de Fatih’in Osmanlı sivil mimarlığına bir armağanıdır. Topkapı Sarayı külliyesinin ilk eseri, Fatih’in yaptırdığı Çinili Köşk (1472) olsa gerektir. Bu köşkte, Bursa ve Edirne mimarlık geleneklerinin devam ettiğini görüyoruz. Köşk, merkezi kubbeli ve iki yanı eyvanlı, köşelerde dört odası bulunan planı ve de çini kaplamaları ile Türk mimarlık sanatının tipik ve güzel bir örneğidir.

İstanbul, Beyazıt Meydanı’ndaki Bayezid II. Camii (1500-1505), strüktür yapısı ile Aya Sofya’yı andırır ise de yukarıda açıklamaya çalıştığım nedenlerle, tipik Osmanlı üslûbu bir eserdir. Kare planı, merkezi kubbesi, ön ve arkasındaki yarım kubbeleri, sağ ve solundaki sahınları ile Aya Sofya plan şeması ile aynı olmakla beraber, iç hacmindeki tek mekân anlayışı ve de mimarlık elemanlarındaki ayrıntıları ile Osmanlı’nın ilk klâsik dönem camii sayılır. Cami ile bütünleşen revaklı şadırvan avlusu ve iki minaresi vardır. Mihrap arkasındaki bahçede Sultan II. Bayezid’in türbesi, meydana bakan yöndeki medresesi ile ‘külliye’ anlayışını getiren ilk camidir. Mimarlık tarihi kitaplarında caminin mimarının Hayrettin olarak geçmesine karşın, son yıllarda mimarın Yakup Şah olduğu anlaşılmıştır.

Bundan sonraki yazımda Türk mimarlık sanatını doruk noktaya ulaştıran Mimar Sinan dönemine değineceğim.

Yayın Tarihi : 3 Kasım 2008 Pazartesi 15:18:32


Bu haber hakkında yorum yazmak ister misiniz?