Osmanlı’dan sonra XVI ‘ncı yüzyıl Avrupa’sındaki mimari oluşumlara değinelim.
Avrupa, XI ‘inci yüzyılda romanesk, XII ‘nci yüzyılda gotik mimari stillerini yaşamıştı.
XV ‘inci yüzyılda İtalya’da başlayan hümanizm hareketi, fikir, kültür ve sanatta rönesansı, yani yeniden doğuşu getirdi. Bu harekete paralel olarak zengin sınıfta, burjuvalarda resim, heykel, mimarlık gibi görsel sanatlara talep başladı. Kendilerine yaptırdıkları saraylar yanında kütüphane gibi, opera salonları gibi kamusal binalar da yaptırdılar. Papalık ta güç gösterisi olarak muhteşem katedrallerin inşasına başladı.
Hümanizm düşüncesi ve rönesans hareketinin, antik çağ fikir ve sanat değerleri üzerine kurduğu yeni değerler paralelinde, mimarlık sanatı da ‘rönesans mimarlığı’nı yarattı. Rönesans mimarlığı, antik çağın dorik, ionik, korentien stillerindeki sistem, ölçü, ve oranları ile Avrupa mimarlık sanat ve kültür geçmişinin bağdaştırılması ve geliştirilmesi ile oluştu. Böylece, mimarlık yapıtları rönesansın görkemini fiziksel açıdan yansıtmış oldular.
M. Ö. 25 yılında yazılan, Romalı mimar Vitrivius’ un kitabı ‘De Architectura’, rönesans mimarlarının el kitabı oldu. Kitap, 1486’da, 1511’de, 1521’de, 1547’de arka arkaya basıldı ve yayınlandı. ( Bu tarihleri Osmanlı yayıncılığı, daha doğrusu yayınsızlığı ile karşılaştırasınız diye veriyorum. ) 10 ciltlik eser, mimarlık-yapı-hidrolik-mekanik konularını, resimli olarak işliyordu. ( Bu kitabın Türkiye’de yayın tarihi, 1991’dir. Ama düşük sayıda basılmış kitabı her yerde bulamazsınız. ) Vitrivius, kitabında mimarlığın felsefesini yapıyor, Platon ( M. Ö. 427-347 ) ‘un ‘Philebus’ kitabındaki düz ve dairesel formların üç boyuta uygulanma ilkelerini ve ana geometrik şekillerin güzelliği düşüncesini esas alıyor, katı cisimlerdeki ve ideal insandaki oranları geometrik olarak betimliyordu. Leonardo da Vinci ( 1452-1519 ), bu ilhamla ideal orantıları içeren insan bedeni formunun daire ve kare içerisindeki geometrisini çizdi. Zannedersem bu çizime, sanat tarihi ile ilgili olmayanlar da, son zamanlarda düzenlenen bazı etkinlikler için kullanılan afişlerde rastlamışlardır. Bu çizimde daire, sınırsız yarıçapı ile gökyüzünü ( uzayı ), kare, dik açılı 4 köşesi ile geometri bilimini ve de mükemmeli, karenin üçüncü boyutu olan küp ise 6 yüzü ile 4 ana yönü ve 2 yüzü ile yeryüzü ve gökyüzünü; böylece de Tanrı’nın kusursuzluğunu ve mükemmeliyetini simgeliyor, daire ve kare içindeki insan bedeni de Tanrı’nın kusursuz yapıtı oluyordu. Mimar Alberti, 1450’de yazdığı ‘De Re Aedificatoria’ ( Yapı Sanatı Üzerine ) adlı kitabında, mimaride daire ve kareden üretilen merkezi planın ve üzerindeki kubbenin, Tanrı’nın kusursuzluğunu ve Hristiyan inancını çağrıştıran dinsel simgeleri oluşturduğunu yazıyordu. Kiliselerde kubbe çaplarının olabildiğince büyük, kubbe kasnaklarının olabildiğince yüksek tutulması, Hz. İsa’nın sınırsız çaplı gök kubbeye yükselişini simgeliyordu. İşte kiliselerdeki merkezi kare plan ve yüksek dairesel kubbe, bu ilkelere dayanıyor. Bizler, ilk camilerde ve daha sonra ulu cami tiplerinde görülen, saf halinde kılınan namazlara olanak veren yatık dikdörtgen planlı formu terk etmiş ve bilmeden, araştırmadan merkezi kare planlı ve merkezi yüksek kubbeli Hristiyan-Bizans kilise formunu camilerimize uygulamış oluyoruz. ( Bu uygulama, günümüzde de devam etmektedir. Sadece, mimar Behruz Çinici’nin Ankara TBMM Camisinde ve Irak asıllı İngiliz mimar Zaha Hadid’in Strasbourg büyük camisi için yaptığı projede saf halinde namaz kılmayı ve imama yakın olmayı olanaklı kılan, yatık dikdörtgen form ile aslına dönüş vardır. )
1527 yılında Kutsal Roma-Germen İmparatorluğu askerleri, Roma’yı yağmaladı. Harap olan Roma’yı eski görkemine kavuşturmak isteyen Papa, kentin imarına soyundu. Bu meyanda, ‘Capitolium’ meydanının düzenlenmesi işi Michelangelo’ya verildi. İmar hamlesi XVI ‘ncı yüzyıl sonuna kadar mimar Fontana ile devam etti.
Evvelce, San Pietro ( Sen Piyer ) katedralinin proje ve inşaat işleri, Papa’nın emri ile 1504 yılında mimar Bramante’ye verilmişti. Ismarlanan eser, Tanrı’nın yüceliği yanında Papalığın güçlü iktidarını da simgeleyecek büyüklükte olmalı idi. Proje, Vitrivius’un ve Leonardo da Vinci’nin çizimlerinde yer alan ‘kutsal kare’yi ve merkezi plan sistemini esas aldı. Plandaki kare form, dört köşede kısmen kapalı şapellere ayrılmış, orta kısım her iki aksta ‘Grek Haçı’ şeklinde düzenlenmişti. Grek haçı, kolları birbirine eşit, artı işareti şeklindeki haçtır. Haçın merkezinde, 42 metre çaplı kubbe bulunuyordu. Zeminden kubbenin iç tepe noktasına kadar yükseklik, 132 metre idi. Dört köşedeki şapeller, dış kitlede kule şeklinde yükseliyordu. Martin Luther’in 1517 de başlattığı dinde reform hareketi Katolik dünyasını da etkiledi ve katedral inşaatı bir süre durakladı. Bu arada Sangallo, ağır ağır işe devam etti. 1547’de işin başına geçen Michelangelo ( Mikelanj ), dört köşedeki kuleleri kaldırdı, ana kubbeye başladı, ön cepheye yaptığı yeni ilâvelerle merkezi plandan kısmen ayrıldı. 1600 yıllarında mimar Maderno, planı ‘Latin Haçı’ yaptı. Yani iç mekândaki haç formunun bir kolunu uzatmış oldu. Bina yaklaşımlarını sağlayan meydanlar ise barok dönemde mimar Bernini tarafından ve 1665 te tamamlanabildi.
Ancak, Sen Piyer’i gezerken insanın başını döndüren, yapının mimari asaleti ve değeri değildir. Buradaki zenginlik ve haşmet insanı büyüler. Çok büyük tutulmuş ölçüler, muhteşem sunak ( mihrap ), mermer kaplamalar, heykeller, freskler, altın ve diğer kıymetli metallerden yapılmış pırıl pırıl objeler, muhteşem org ve müziği, Baba- Oğul- Kutsal Ruh üçlüsünü çağrıştıran resim ve heykeller, velhasıl bir hristiyanı etkileyecek ne varsa yapının içine konmuştur. Ama mimarlıkta büyüklük-küçüklük önemli değildir. Şatafat, frapanlık ise hiç önemli değildir. Önemli olan yalınlık içinden orantıları doğru yapıyı ortaya çıkarmaktır. Meydandan baktığınız zaman, cephesinin haşmetli, ancak mimari oranlarının hiç te güzel olmadığını fark edersiniz. İlk projeden sonra ön cepheye ilave edilen kitle ise, meydandan baktığınızda, ana kubbenin bütün olarak görünümüne engel olmaktadır.
Konuyu uzattığımın farkındayım. Ama anlatmamın nedeni, çok para sarf ederek mimari güzelliğin değil, sadece ihtişamın yakalanabileceğini, çok fazla mimar değiştirerek mimari ana konseptten uzaklaşılabileceğini, inşaatın 160 yıllık süresi boyunca değişen mimari stillerin, mimari kargaşaya yol açtığını belirtebilmek içindir. Buna karşın, Osmanlı camileri, tek mimarla ve tek mimari konseptle, 5-10 yılda bitirilerek asaleti ve klasiği yakalayabilmiştir.
Biraz da yapı tekniği üzerinde duralım. Ama öncelikle M. S. 118-128 yıllarında İmparator Hadrianus’un yaptırdığı Roma Panteonu’na bir bakalım. Eski Yunancadaki Pan = Tüm ve Theos = Tanrı kelimelerinin bileşimi ile tüm tanrılara adanan pagan tapınak, 609 yılında takdis edilmiş ve hristiyanlaştırılmış ( ! ). Her ne ise… Panteon’un kubbesi, 43.40 metre çapındadır. Kubbe üstünde 9.10 metre çapında boşluk vardır. Bu, o dönem için çok büyük bir inşaat başarısıdır. ( Sen Piyer Bazilikasının ana kubbe çapının Panteon kadar, hatta onu geçmesi talebi de Papa’dan gelmiştir. ) Panteon’un ana inşaat malzemesi, portland çimentosu ayarında doğal bir malzeme olan ‘puzolan’la yapılmış betondur. Daha sonraki romanesk yapıları ve incecik kesitlerle göğe yükselen gotik katedrallerini hatırlarsak Avrupa yapı teknolojisinin nasıl görkemli bir geçmişten geldiğini anlarız. Avrupa’lı mimarlar, bütün bu birikimler üzerine, araştırmaları ile yeni teknikler ürettiler. Örneğin, kubbeler, geleneksel sistemde zeminden itibaren kurulan ahşap iskeleler ve ahşap kalıplar üzerine işlenir. Bu, Bizans’ta da, Osmanlı’da da böyledir. Rönesans mimarları, iskele ve kalıp kullanmadan çattıkları dairesel kaburgalarla ve aralarını örerek kubbe kabuğunu gerçekleştirdiler. Akustik nedenlerle de çift cidarlı kubbeler yaptılar. Kubbe çaplarının, bizim kubbe çaplarımızın çok çok üstünde olması dikkatinizi çekmiş olmalı.
Yine Rönesans yapılarında, cephelerde kullanılan plastrlar, duvar kalınlıklarının incelmesini sağladı. Plastrları oluşturan dairesel veya dikdörtgen kesitli kolonlar ile belirli oranlarda kullanılan konsollar, silmeler ve saçaklar cephelere karakter kazandırdı. Döşemeler, duvarlar, tavanlar, kubbeler plastik ve görsel sanatlardaki ihtişamı sergiledi. Heykel, rölief, fresk ve tablolar yapılara büyük değerler kazandırdı.
Bu kadar ayrıntılı yapıların gerçekleştirilmesinde yapı ustalığının çok büyük etken olduğu şüphesizdir. Yapılarda çalışan elemanlar, güç ve meşakkatli kademelerden geçerek ve yıllarını vererek ustalığa ulaşabiliyorlardı. Osmanlı’daki ’Lonca’ örgütlenmesinin karşılığı olan ‘Operatif Masonlar’ denen yapı gurupları, yüzyılların oluşturduğu birikimlerle ince yapı sanatına vâkıf olmalarının yanı sıra, etik ve ahlâk açısından da mükemmel yetiştirilir, meslekî sırlarını avama söylemezlerdi.
Bundan sonraki yazımla bu bahsi noktalayacağım. Sinan’ın yaşamına değinecek, Avrupalı çağdaşları ile karşılaştıracak, gücümün yettiği kadar bir sonuç çıkarmaya çalışacağım.
Yayın Tarihi :
14 Kasım 2005 Pazartesi 13:47:49