Osmanlı, 20. yüzyıla Sultan II. Abdülhamid’in 25 yıldır süregelen baskıcı rejimi ile girdi. Avrupa’daki ‘Jön Türk’ muhalefeti, Balkanlar’da ‘İttihat ve Terakki Cemiyeti’ ile gelişti. Sultan, 1908’de ‘İkinci Meşrutiyet’ rejimini kabul etmek zorunda kaldı. Yeni rejimin getirdiği çalkantılı günlerde Sultan Hamid ‘hal’ edildi (tahtından indirildi). ‘İttihat ve Terakki Fırkası’, hürriyet, adalet, müsavat, uhuvvet sloganı ile iktidar oldu. Bu arada, Batının ulusalcı ve bağımsızlıkçı akımlarının etkisi ve de Osmanlı’nın yönetim ve askerî zâfiyeti sonucu, Osmanlı Avrupa’sındaki bir çok ülke elden çıktı. Osmanlı’nın Sultan Hamid’den beri benimsediği Osmanlı – İslâm sentezi, 1. Dünya Savaşında emperyalizmin desteklediği Arap ülkelerinin de Osmanlı’dan kopması ile iflâs etti. Osmanlı düşünürleri, Osmanlılık dışında, o zamana kadar önemsenmeyen Türk halkının varlığını hatırladılar, çıkar yol olarak ulusalcılığı benimsediler. Böylece çok uluslu, çok dilli, çok dinli İmparatorluğun da sonu gelmiş oluyordu. Politikada benimsenen ulusalcılık akımı paralelinde mimarlıkta da ulusalcılık akımı başlamış oldu. (Bu akım, mimarlık tarihçilerince ‘Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi’ olarak anılacaktır.)
Ulusal bilince sahip olma çabaları içinde, Avrupa’dan ithal edilmiş mimarlarla birlikte Avrupa’nın mimari stilleri de dışlandı. Türk mimarisi olarak benimsenen, 16. yüzyıldan, Sinan’dan gelen klâsik çağ yapıtlarını örnek alan, neo klâsik diye adlandırabileceğimiz ulusal mimari ortaya çıktı.
Döneminin yapım olanaklarından ve klâsik mimari üslûbundan gelen sütun, sütun başlığı, sivri kemer, kubbe gibi yapı elemanları, çini kaplama, kalemişi (sıva üzerine fırça ile yapılan renkli motifler), malakârî (sıva harcı ile yapılan bir nevi rölief motifler) gibi süsleme elemanları, yeni yaşamın gerektirdiği işlevlerle yapılan resmî daire, iş hanı, vapur iskelesi, hattâ konut gibi binalarda kullanıldı. Ancak bu ve bu gibi elemanlar, bazen işlevin gerektirmediği yerlerde de kullanılarak bir nevi ‘dekor mimarisi’ oluşturuldu. Örneğin, anıtsal niteliği olmayan binalarda dahî geniş ve sütunlu girişler tertiplenebiliyor, iç hacimde görülmeyen sahte kubbeler girişin üzerine veya binanın simetrik iki yanına, çatı üzerine kondurulabiliyordu. Bu üslûptaki binalardan başarılı olanların yanında başarısız örnekler de vardır. Şunu da söylemek gerekir ki, bu binalar, dış cephelerde genellikle kullanılmış bulunan doğal taş kaplamaları ile günümüzde dahî ‘eski yüzlü’ olmamışlardır. Ayrıntı projeleri (detaylar) ve doğramaları da mükemmeldir.
Bu mimari akımın iki öncüsü vardır: Mimar Kemalettin ve Vedat Beyler.
Mimar Kemalettin (1870–1927), Hendese-i Mülkiye Mektebi’nde Prof. Kos ve Prof. Forcheimer’den mühendislik, Prof. Jasmund’dan mimarlık eğitimi almıştır. Aynı okulda 4 yıl Jasmund’un asistanlığını yapmış, bu arada Rumelihisarı’nda, Nişantaşı’nda, Ortaköy’de ahşap konaklar gerçekleştirmiştir. Geçen yazımda söz ettiğim gibi Jasmund, Osmanlı’dan çizgiler taşıyan Sirkeci Garı’nın mimarıdır. Kemalettin Bey’in bu hocasından etkilenmemesi olası değildir. Ancak, Alman hocanın Osmanlı mimarisi görüşü ile Osmanlı mimarın Osmanlı mimarisi görüşü arasında, Kemalettin Bey’in lehine fark vardır. Kemalettin Bey, hocasının referansı ile Charlottenburg Technische Hochschule’de öğrenim görmüş (bir nevi master yapmış), orada bir süre çalışmış ve 1900 yılında yurda dönmüştür. Bu yıllardan sonra gelişme gösteren Türkçülük etkisi ile ulusal mimarlık görüşlerini pekiştirmiştir. Meşrutiyet’den sonra, 1910–1920 yılları arasında Evkaf Nezareti (Vakıflar Bakanlığı)’ndeki çalışması sırasında yaptığı 7 iş hanı projesinden 5’ini inşa etmiş – ki en tanınmışı Bahçekapı’daki IV. Vakıf Han’dır -, bu arada Bebek, Bostancı, Kartaltepe camilerini gerçekleştirmiştir.
Kemalettin Bey, 1918’de Fatih ve Lâleli mahallelerini silip süpüren büyük yangında mağdur olanlara tahsis edilmek üzere yapımına başlanan Lâleli Harikzedegân (yangın zedeler) Apartman grubundan orta avlulu 4 bloku 1922’de tamamlamıştır. Burada müsaadenizle bir özel not düşmek istiyorum: Lâleli’de büyükbabamın ailesine ait ahşap konak ve de büyükannemin ailesine ait ahşap konak ve klâsik hamam, atları - arabaları ile yangında yok olmuş, arsalar yeni imar planlarında uygulanan hamur sistemi (mevcut parselleri yok sayıp yeni parselasyon yaratmak) ile kimvurduya gitmiş, yangın zedelere vaad edilen apartmanlar 4 blokla sınırlı kalmış, bitiminde yeni sahibi derneğin adı ile ‘Tayyare Apartmanları’ olmuş, bizim aile de diğer mağdurlar gibi avucunu yalamıştır. (Büyükbaba ve büyükanne, kuzenim değerli yazar Teoman Törün’ün de büyükbaba ve büyükannesidir.) Özür dileyerek konumuza dönelim. Türk mimarisinin 18. yüzyıl ‘barok’ döneminden çizgiler taşıyan apartman grubu, bu gün otel olarak kullanılmaktadır.
Mimar Vedat (Tek) Bey (1873–1942), Galatasaray Lisesi’nden sonra Paris’te Academie Julien’de resim, Ecole Centrale’de mühendislik, Ecole National des Beaux Arts’da mimarlık eğitimi alarak 1897’de yurda döndü. 1905-1909’da Sirkeci’deki Posta ve Telgraf Nezareti (Büyük Postane)’ni yapmıştır. Diğer önemli yapıtı, 1910 tarihli, Sultanahmet Tapu ve Kadastro binasıdır. Edirne, Karaağaç tren istasyonu (bu gün Trakya Üniversitesi) da aynı anlayışla yapılmış güzel bir gar binasıdır. 1915-1917’de yapmış olduğu Haydarpaşa, Bostancı, Büyükada ve Moda Vapur İskeleleri, biblo gibi güzel yapılardır. 1913’de yapmış olduğu Nişantaşı Palas, kadir bilmezlik yılları olan 1960’da yıktırılmış, Nişantaşı, Valikonağı Caddesi ile Süleyman Nazif Sokağı köşesinde bulunan kendi evi, şükür ki günümüze kadar gelebilmiştir. Bu bina üzerinde biraz duralım: Vedat Bey, ulusal mimari akımını benimsemiş, özümsemiş, fakat onu motomot taklit etmiş bir mimar değildir. Kemalettin Bey ve Vedat Bey gibi aynı görüşte olan iki mimarın yapıtları arasında dağlar kadar fark vardır. Kemalettin Bey’in de strüktür bilgisi ve yapı ayrıntıları (detayları), saygı duyulacak niteliktedir. Fakat Vedat Bey’in değişik yorumları vardır. Kendi evinde, ulusal mimarinin baş kuralı simetriyi kullanmamış, cephe düzeninde sütun, kemer ve saçağı ustaca yerleştirerek küçücük evden bir şaheser yaratmıştır. Şimdi restoran-bar olarak kullanılan binayı, önündeki aşırı trafiğe aldırmadan şöyle sindire sindire seyredin, sonra da iç mekâna girerek mimariyi hissedin ve iki kadeh bir şey için.
Birer ekol yaratmış bu iki mimardan başka, aynı yoldan giden birkaç mimardan biri olan Ali Talât Bey’i de analım. Ali Talât Bey, 1913 inşa tarihli, Beşiktaş, Kuzguncuk, Üsküdar (yıktırıldı) vapur iskelelerinin mimarıdır.
Burada bir noktaya dikkatinizi çekmek istiyorum. Kemalettin ve Vedat Beyler, mimarlık eğitimlerini mühendislik eğitimi üzerine bina etmişlerdir. Hendese-i Mülkiye ile aynı zamanda kurulmuş Sanayi-i Nefîse’den henüz bir ses yok. (İkinci çeyrek yüzyıldan sonra bu okuldan da değerli mimarlar çıkacak) Mimarlık eğitimi, o zamanın Fransa’sı, İtalya’sı gibi, rönesanstan aldığı ilhamla, resim, modelaj gibi güzel sanatlar eğitimi üzerine mi bina edilmeli, yoksa yine o zamanın Almanya’sı gibi yapı strüktürü mühendisliği üzerine mi bina edilmeli fikri, yakın zamana kadar güzel sanatlar ortamındaki Güzel Sanatlar Akademisi ve mühendislik ortamındaki İstanbul Teknik Üniversitesi çevrelerinde hep tartışma konusu olagelmiştir. Şimdi, 50 – 60’ı bulan mimarlık okullarımızda, öyle veya böyle bir ortam yaratılamadığı için bu tartışmanın da anlamı kalmadı. (Orta Doğu Teknik Üniversitesi ve Yıldız Teknik Üniversitesi, bu söylemimin dışındadır.)
Hatırlarsanız önceki yazımda Anadolu ve Rumeli kentlerindeki Türk sivil mimarisi şaheserlerinden, Türk evlerinden ve de onların özellik arz eden mimarisinden, cephelerinin güzelliğinden bahsetmiştim. Acaba ‘Birinci Ulusal Mimarlık Dönemi’nde niçin bu güzellikler mimarlarımızın dikkatini çekmedi de, en sıradan yapılarda bile hep Osmanlı’nın 16. yüzyıl anıtsal yapılarını örnek aldılar?
Müsaadenizle buna bir yorum getirmek istiyorum: Çünkü Türk sivil mimarisinin (halk mimarisinin) Osmanlı kültüründe yeri yoktu. Bu, şuna benzer: Bir Osmanlı klâsik musikîsi vardır, bir de Türk folkloru, Türk halk müziği vardır. Veya bir Dîvan edebiyatı vardır, bir de halk söylenceleri, halk şiiri vardır. Osmanlı’da klâsik musikî, Itrî’ler Dede Efendi’ler, 3. Selim’ler önemsenmiş, Türk halkının sesi, türküler hor görülmüştür. Dîvan edebiyatında Bâkî’ler, Nedim’ler baş tâcı edilmiş, Karacaoğlan’lara, hattâ Yunus’lara dahî önem verilmemiştir. Her bir türün ayrı değer olduğu, ancak Cumhuriyet kültürü ile anlaşılabilmiştir.
Nitekim Türk evi, yıllar sonra ‘İkinci Ulusal Mimarlık Dönemi’nde, Sedat Hakkı Eldem tarafından değerlendirilmiş ve yorumlanmış, daha sonraları üniversitelerde doktora tezi olabilmiştir. (Bu konuya yeri geldiği zaman değineceğim.)
Bundan sonraki yazımda ikinci çeyrek yüzyılın mimari oluşumlarına yer vereceğim.
Yayın Tarihi :
30 Mart 2007 Cuma 19:26:12
Yorumlarınız
Teoman Törün IP: 88.241.179.xxx Tarih : 31.03.2007 11:34:30
Mesleğini, ülkeye kazandırdığı sayısız eserlerle dolu dolu yaşamış yazarın, meslek tarihi ile ilgili olarak kazandırdığı bu paha biçilmez değerde belgesel yanında, beni çok duygulandıran toplum ve aile anılarına gösterdiği saygı her aydın için örnek olmalıdır.