Her halde sizler de gazetelerde görmüş, ‘Kenthaber’ de okumuş olmalısınız. Sayın Kültür ve Turizm Bakanımız buyurmuş: İstanbul Taksim’deki Atatürk Kültür Merkezi’ni (AKM) yıkacak,yerine yenisini yapacakmış. Buna karşı çıkanlar olurmuş ama o, bu işi çok çabuk kotarır, başarırmış. Eğer Sayın Bakan gördüğü bir rüyayı anlatıyorsa ona diyeceğimiz bir şey yok. Ama söylediklerinde samimi ise biz de naçizane, karşı çıkacakların yanında olacağız.
Sayın Bakan İstanbul’a yeni bir kültür ve kongre merkezi, konser salonu kazandırmak istiyorsa yeni projelere yönelsin. Örneğin İstanbul Kültür ve Sanat Vakfının başlattığı güzel bir proje olan, ancak malî yetersizlikle inşaatı yılan hikâyesine dönen Maslak Kültür Merkezi’ne el atsın. Bir de Okmeydanı’nda Belediye Sarayı yapılmak istenen arazide, İstanbul’un gereksinme duyduğu oditoryumu gerçekleştirsin.
Ben bu yıkıp yenisini yapma hastalığımızı iyi bilirim. Kentlerimiz de yıllardır yıkıla yapıla kabuk değiştirdi. Kentler özelliklerini yitirdi; birbirlerine benzer hale geldi. Konya’daki, Kayseri’deki, Sivas’taki,.. eski yerleşim birimleri üzerine yapılan siteler birbirlerinin eşi oldu; kendilerine özgü özelliklerini ve güzelliklerini kaybetti. İstanbul da aynı durumda. Her on yılda bir yeni bir İstanbul panoraması oluşuyor. Park Otel faciası sadece bir örnek.
Halbuki Avrupa kentleri yıllar yılı kendi özelliklerini korurlar. Paris, Londra, Prag, Viyana, hatta Sofya özelliklerini yitirmeyen kentlerdir.Fotoğraflarına bakınca hangi kent olduğunu hemen anlarsınız. Doku arasına yapılan yeni yapılar kentin karakteristiğini bozmaz. Yeni iş merkezleri de ana kentin dışında gelişir. Ama kimsenin aklına, bakım ve onarımı masraflı diye kadim opera binalarını yıkmak gelmez.
Gelelim AKM binasına. Bina şöyledir, böyledir diyebilirsiniz. Beyenmeyebilirsiniz de. Ama bir dönemin modern mimarlık stilini yansıtan, Cumhuriyet dönemi mimarlığının önemli bir binasıdır. Binanın cam ve aluminyum dokulu cephesini kamu oyu evvelâ yadırgamışsa da bir tiyatro perdesi ve bir tül gibi zemine inen ve güneşin batışını yansıtan cephe, Taksim Meydanı ile bütünleşmiş, artık İstanbul’un ve İstanbulluların malı olmuştur. Böylesine bir binayı yıkıp yerine yenisini yapacak kadar mirasyedi miyiz ? Yoksa bir dönemin yapıtlarını ortadan kaldırmak mı istiyoruz? Bekâra karı boşamak kolay gelir. Ama opera, konser, tiyatro binaları kolay yapılan yapılardan değildir. Projenin düzenlenmesi, mekanik ve elektrik tesisleri, hele akustiğini başarmak uzmanlığı gerektirir. Hatta uzmanları bulup getirtmek te bir uzmanlık işidir. Ziya Paşa bir beyitinde: ‘ Şem’i itfa kolay amma ki ne güçtür iş’al ‘ (Mumu söndürmek kolay, ama yakması güçtür) diyordu. Demek ki o da yıkım hastalığımızı teşhis etmiş.
AKM kolay yapılmadı. Aslında talihsiz bir binadır. Fikir babası, Vali Dr. Lütfü Kırdar’dır. İlk projeyi mimar Rüknettin Güney yaptı. Proje, bu günkü projenin de esasını teşkil eden at nalı formlu parteri ve balkonu, sahne sofitası ve sahne arkası tesisleri ile neoklâsik cepheli bir bina idi. Binaya başlandı; betonarme karkas inşaatı epeyce tamamlandı. Ama Belediye bütçesi binayı bitirmeye yeterli olmadı. Daha doğrusu, merhum Kırdar’ın halefi konuya sıcak bakmadı. Bina karkası yıllar boyu İstanbul’un yüz karası olarak Taksim Meydanı’nı seyretti. Daha sonra işi Devlet Baba ele aldı. Bayındırlık Bakanlığı, mimar Hayati Tabanlıoğlu yönetiminde binayı bitirdi. Fakat heyhat ! Yurtta kaynayan cadı kazanı, tiyatroda oynayan ‘Cadı Kazanı’ temsilinde çıkan yangınla binayı elimizden aldı. Yine aynı mimar yönetiminde yenilenen bina, bu günlere kadar geldi. Ama öyle anlaşılıyor ki, binanın çilesi henüz dolmamış. Kültürle ilgili bir bakana karşı, bakalım bu kültür yuvası nasıl direnecek ?
Söz açılmışken, Türkiye yıkımlarla neler kaybetmiş; birkaç örnekle hatırlatma yapalım.
Taksim Topçu Kışlası, muhteşem kapısı ve kuleleri ile son dönem Osmanlı mimarisini yansıtan büyük bir bina idi. AKM ‘ye yüzünüzü dönerseniz, meydanın sol yanında, şimdiki
Taksim (İnönü) Gezisi’nin yerinde idi. Bina orta avlulu olup yapı, avluyu dört bir yandan çevrelerdi. Orta avlu o kadar büyüktü ki içine tribünleri ve yan sahaları ile nizami bir futbol sahası sığmıştı. Nizami futbol sahası ebadı 70 x 105 metre olduğuna göre avlunun büyüklüğünü göz önüne getirebilirsiniz. Türk futbol tarihinin önemli maçları bu sahada oynandı. Baba Gündüz (Kılıç) ‘ler, Leblebi Mehmet’ler burada tarih yazdılar. Hatırlamıyorum ama, galiba Lefter bile gençliğinde bu sahada top koşturdu. Gelgelelim, Prost’un imar planında Dolmabahçe’ye kadar inen iki numaralı parkın başlangıç noktası bu kışla idi. Böylece koca kışla paldır küldür yıkıldı. Kalkan stadın yerine bu günkü İnönü Stadı yapıldı. (Bu stadı da kuşa benzeteceklerini bir yazımda belirttim) Kışlayı yıkarak attıkları taş ürküttükleri kurbağaya değdi mi ? Hayır. Bu gün parkta dolaşamazsınız; tinerciler rahat vermez. Zaman içinde parkı çirkin yapılarla doldurdular. Cumhuriyet Caddesi üzerine dizilen dükkânlar ve üst katlarına yapılan ucube evvelâ gazino, sonra nikâh dairesi olan yapı; ve tabii bunların otoparkları, parkın neredeyse dörtte birini götürdü. Park eden arabalar meydandan parka merdivenli çıkışı bile kapatmış durumda.
Sayın Belediye Başkanı, Taksim Meydanını yeniden düzenleyen bir proje yaptırıyormuş. Bu proje ile trafik zemin altına alınacak, böylece meydan halka, yayalara açılacakmış. Aslında meydanın düzenlenmesine gereksinim vardır. AKM’ ye meydandan inerek girersiniz. Ama böyle anıtsal yapılara inilmez, çıkılır. Demek ki meydan kotunu biraz indirmek gerek. Böylece uyduruk yuvarlak havuzdan da kurtulmuş oluruz. Bir de buradaki önemli hata, toplu taşıma araçlarının (otobüslerin) başlangıç ve son duraklarını böyle merkezlere almaktır. Araçların Taksimde durak yaparak transit geçmesi, başlangıç ve son durakların hâlî semtlere alınması gerekir. Bu, Kristof Kolomb’un yumurtayı masaya dik oturtması kadar basit bir iştir. Siz Avrupa meydanlarında, başlangıç duraklarında kalkış saatini bekleyen, böylesine otobüs yığınakları gördünüz mü ? Taksime uğrayan otobüs tarife ve güzergâhlarında yapılacak basit ayarlamalarla, koca meydanı hallaç pamuğu gibi atıp, hafredip, büyük masraflarla trafiği yer altına almaya da gerek kalmaz. Zaten Taksim-Yenikapı metrosu da trafiği hafifletecektir. (Doğaldır ki vapura bağımlı otobüslerin beklediği Kadıköy Meydanı için bu öneri geçerli olamaz).
Meydan için bir önerimiz daha var. İnönü Gezisi üzerine, yıkılan kışla binası yeniden inşa edilsin. Elde mevcut verilere göre, yani eski vaziyet planlarına, kat planlarına, rölöve ve fotoğraflara göre bir restitüsyon projesi hazırlanır. Proje kamu oyuna sunulur; tartışmaya açılır. Bina için yeni işlev araştırması yapılır. Örneğin sanat galerileri, özel müzeler, tiyatro ve cep tiyatro salonları, oda müziği konser salonları, sanatçıların yararlanabileceği atölyeler, güzel sanatlar ve el sanatları kursları, dil ve bilgisayar derslikleri, folklor çalışmaları, … benim ilk aklıma gelenler. Gezi, yeşil alanlarından bir şey kaybetmez. Bu günkü kadar yeşil alan, orta avluda düzenlenir, nefis bir park olur. Binanın avluya bakan iç cephe zemin katlarında, yani parka bakan cephelerinde düzenlenecek kafeler, restoranlar, moda mağazaları, .. gibi tesisler yapının işletme giderlerini karşılar. Böylece parkın güvenliği de sağlanmış olur. Taksim Meydanı bu büyük ve devamlılık arz eden bina ile bir dış mekân (raum) kazanır. Bu günkü meydan kavramından uzak başıboşluktan kurtulur. Bizden söylemesi…
Şimdi de Ankara’ya gidelim. Ankara’nın eski Sergievi, bu günün Büyük Tiyatro ve Opera binası, Atatürk Bulvarı üzerinde ve Gençlik Parkı’nın üst köşesinde yer alır. Sergievi olarak açılan mimari proje yarışmasını merhum mimar Şevki Balmumcu kazandı. Bina, 1930 ‘ların kübizmini canlandıran, Türk mimarlık tarihinin önemli bir yapısı idi. Yapı, iki yan cephedeki dairesel planın kazandırdığı perspektifi ve kulesi ile tam bir sergi evi çağrışımı yapıyordu. Merhum mimar, bana: ‘İnsan sergi gezerken 90 derecelik açı ile dönüş yapmaz. Onun için salonu dairesel yaptım’ demişti. İşte size mimaride işlevcilik örneği. Büyük mimar F.L.Wright, yıllar sonra New York Guggenheim Müzesi’nde dairesel sarmalı kullandı. Demek ki yıllar önce bunu düşünen Balmumcu’yu takdir etmek gerek. İnönü döneminin Maarif Vekili Hasan Âli Yücel, o zaman Bakanlıkta çalışan hocam Prof. Paul Bonatz’dan Sergievi binası yerine Ankara Operası’nın yapılmasını istedi. Hasan Âli gibi sanata saygılı önemli bir aydın nasıl bu karara vardı, bilmiyoruz. Yapılan yanlıştı. O zamanın Ankara’sında sanki hiç boş yer yokmuş gibi, güzelim sergi binası yeni işlevi ve neoklâsik yeni cephesi ile kimlik değiştirdi. Bu işleri yaparken de mimarın telif hakkını hiç dikkate almadılar. Binalar mimarların evlâdı gibidir. Mimarın elinden evlâdını aldılar, adamcağızı âhır ömründe çıldırttılar.
Yine Ankara’dayız. Meydana adını veren Kızılay binası, halkın faydalandığı bir park hüviyetindeki bahçe içinde, zamanın önemli binalarındandı. Eski kitaplarda ve eski maden suyu şişelerinde binanın resmini görmüşsünüzdür. Ankara’nın büyümesi ile Kızılay Meydanı ve Atatürk Bulvarı üzerindeki bloklar yüksek rant değerlerine ulaştı. Jansen imar planına göre yapılan bulvarın iki yanındaki binalar, çok kısa süre içinde yıkıldı; yerlerine yenileri daha yüksek olarak yapıldı. Bulvar üzerindeki büyük emeklerle yetiştirilmiş ağaçlar kesildi, orta refüjler kaldırıldı. Bu arada Kızılay yönetimi de değerlenen arsalarını ranta çevirme çabasına girdi. Gel gör ki, binanın ve parkın o zamanki Ankaralılar için manevi değerini kimse düşünmedi. Orhan Veli, bir şiirinde bu bahçeden bahseder. Dizeler aklımda değil. İstanbul’daki kitaplığımdan da uzaktayım. Onun için beni bağışlayın. Ama aşağı yukarı şöyledir: Küçük memur ailesi ‘ Şenyuva Apartmanı, bodrum katı ‘ nda oturur. Akşamları Kızılay Parkı’na çıkarlar. ‘ Kumda oynasın diye küçük Yılmaz, kibar çocukları gibi ‘
Kızılay yönetimi, mevcut binanın yıkımı ile yeni yapılacak bina için bir mimari proje yarışması açtı. Şartnamede yeni imar durumuna göre yapılacak binanın azami büyüklükte olması yanında en fazla gelir getirecek ünitelere yer verilmesi isteniyor, bu karar da mimar yarışmacılara bırakılıyordu. Bizim grup, yarışmaya girmedi. Vahit Erhan, çok değerli bir mimar olması yanı sıra, çok esprili, zeki ve ilke sahibi bir insandı. Yarışmaya girdi. Üşenmeyip emek çekerek çizdiği alaycı bir proje ile yarışmayı protesto etti. En fazla gelir getirici ünite olarak bir genel ev düşünmüş, projesinde esmerlere, sarışınlara, kumrallara ayrı katlar tertiplemişti. O zamanki bürokratların olgunluğuna bakın ki çocuğu mahkemeye falan da vermediler. Sonra ne oldu, bilmiyorum, ama galiba konu sessiz sedasız kapandı. Sonra diğer projeler de unutuldu. Yıkılan binanın enkazı, bir tahta perde arkasında yıllarca kaldı. Ankara’lı büyük rahatsızlık duydu. İkinci yarışma ile yapılan şimdiki heyûlâ gibi binayı Ankara’lılar hiç beyenmiyor. Bina kitlesinin önünde bir meydan, bir yeşil bile bırakmamışlar. Bina, içi tamamlanmadığı gibi ne işe yarayacağı bilinmeden bomboş duruyor.
İşte böyle hesapsız kitapsız, heves ve kaprislerle yıktırılan, sonra da eline yüzüne bulaştırarak üzerlerine yaptırılan binalarla paralarımız heba ediliyor, ve de en önemlisi mimari ve kültürel mirasımız elden çıkıyor.
BİR AÇIKLAMA
Evvelce yayınlanan ‘Kentler: Mimarlıkların Pazar Yeri’ yazımda, Sayın Milli Eğitim Bakanı’nın: ‘Okullar bundan böyle komünist çizgiler taşımayacak, dış cepheler Selçuk ve Osmanlı tarzı olacak’ mealindeki sözlerini eleştirmiş, bu devirde eskiyi taklit eden yapıların yapılamayacağını ifade etmiştim. Bu defa bazı gazetelerde yayınlanan okul perspektiflerini görünce mimarlık adına sevindim. Mimarlar, Bakanın sözlerini dikkate almamışlar, yapılması gerektiği gibi çağdaş ve bu toprağın malı projeler çizmişlerdi. Olayı mimarlığın zaferi olarak kutluyorum.